Günlük Yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Günlük Yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Nisan 2012 Cumartesi

AŞK UĞRUNA DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK…


AŞK UĞRUNA DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK…

Bugün kimin doğum günü?

Artık sosyal medya sayesinde bunu bilmek çok kolay… Facebook’ta şöyle sayfaya bir göz attığınızda görüyorsunuz o gün kimlerin doğum günü olduğunu. Hemen bir “İyi ki doğdun!” yapıştırdınız mı duvarına o gün doğan dostların, sosyal bir sorumluluğu yerine getirmiş oluyorsunuz. Eskiden öyle miydi? Birkaç arkadaş, anne, baba, kardeş… O kadar…
Peki, bugün kimin doğum günü?
Bütün bu şahanelikleri borçlu olduğumuz internetin doğum günü bugün!

4 Nisan 2012 Çarşamba

En güzel doğum günü…




Resmi kayıtlara ve annemin söylediğine göre sabahın dördü falanmış tam doğum saatim. Ben de yıllardır tam bu saatte, saat dörtte uyanık olurum ve kendi kendime doğum günümü “kutlarım”. Günün ilerleyen saatlerinde başka kutlamalar da olur. Telefonlar, mesajlar, “iyi ki doğdunlar”, hediyeler, pastalar… Doğum gününün anımsanması kimin hoşuna gitmez ki? Gün, bir doğum günü çocuğu havasında tamamlanır… Ertesi gün hayat eski haline döner. Olup biten aslında şudur; ömürden bir yıl daha eksilmiştir…

Sabahın dördünde kendi kendime “doğum günümde” ne yaparım peki?
Geçen bir yılı, o koskoca ve kısacık bir yılın neler getirip neler götürdüğünü düşünürüm. Yıllar geçtikçe bu “saat dört düşünmeleri” de birbirine benzemeye başladı. Bir yıl önce yapmayı hayal ettiğim ve planladığım birçok şeyi yine gerçekleştirememişimdir.
Eskiden, gençken bu üzer ve öfkelendirirdi beni. Artık öyle olmuyor. İnsanın dünya üzerinde yapacaklarının “yapılabileceklerle” sınırlı olduğunu öğrendim artık.

“Kırkına merdiven dayamak” böyle bir şey demek ki… Evet, tam da bu haldeyim. Kırkıncı yaşım tam da karşımda duruyor, ben de ona merdiveni dayadım. Hatta o merdivenin basamaklarına da ilk adımımı attım. Şu an itibariyle otuz dokuz yaşındayım…

Karşısındakiler görüntüsünden üç aşağı beş yukarı insanın yaşını tahmin edebilse de, kişi bunun ayrımında ve idrakinde olamıyor çoğu zaman. İnsan kendini gündelik yaşam koşturmacası içinde hep, ilk gençliğindeki gibi düşünüyor, anımsıyor. Hatta aynaya baktığında bile o anki gerçek görüntüsünü değil de gençlik halini görebiliyor bazen. Fakat fotoğraflar öyle değil. Gerçek halinizi acımasızca gösteriyor fotoğraflar size. Yeni çekilmiş bir fotoğrafınıza şöyle bir dikkatle baktığınızda garip bir yabancılık duyuyorsunuz.

Bu “adam” ben miyim? Diye şaşırıyorum fotoğraflarıma bakınca… Hâlbuki ben kendimi hala yirmi yıl önceki “delikanlı” sanıyordum…
İşte bugün, tam da bu yazıyı yazarken o “delikanlıyı” hatırlıyorum.
Gençken herkes hayatın muhteşem bir roman ya da sinema filmi olduğunu düşünür. O romanın ve filmin kahramanının da kendisi olduğuna inanır… Büyük, görkemli, rengârenk bir maceranın kendisini beklediğini zanneder… Gençken ben de öyleydim.

En güzel doğum günlerim ne şanslıyım ki gençliğimin muhteşem nisanlarındır…

Şöyle düşününce birkaçını hatırlıyorum… Ama sizler de tahmin edersiniz ki hepsi hususidir ve anlatılmayacak kadar kıymetlidir… Şu kadarını söyleyeyim, gençken insan yapraklarına can suyu yeni yürümüş şahane bir nisan çiçeği kadar yakışır doğaya… Bununla birlikte, doğa, dünya ve özellikle de insanlar hoyrat ve acımasızdır ona karşı… Bu yüzden gençlik ne yazık ki yıllarca süren bir kırılma, yıpranma ve örselenmedir…

Genci hayat içinde eskitirler… İnsan o yaşlardayken ne yöne dönse bir duvar örerler… Genci duvarlara çarpa çarpa “adam” ederler…
Yine böyle bir nisan ayıydı, hatırlıyorum… Ankara’daydım. Tiyatro Bölümünden mezun olmuştum. Yüksek lisans yapıyordum. Günde yirmi saatimi okuyarak ve yazarak geçiriyordum. Yazdıklarımla dünyayı değiştirebileceğime inanıyor ve bahtiyar oluyordum. Fakat bir “işim” yoktu. Artık bir “iş” bulmalıydım ve “para” kazanmalıydım. Ben, “okuyarak” ve “yazarak” çok mühim bir “iş” yaptığıma inansam da çevremdeki hiç kimse benimle aynı fikirde değildi. Onların söylediği anlamda bir “iş” nasıl olur bilmiyordum.  Bir gün Sıhhiye’deki İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun kapısından girdim. Bir form tutuşturdular elime ben de doldurdum… “okur-yazar” yazmıştım o forma kendimi tarif etmek için… Tabii ki bir sonuç çıkmadı o başvurudan. Kim bilir belki hala kayıtlarda duruyordur o “delikanlının” başvurusu.
“Okur-Yazar” bu iki sıfat sadece ve fazlasıyla yeterdi bana… Ama ben de daha sonra “iş-güç” sahibi oldum. Saçlarım uzundu, onları kestirdim… Büyük hayallerim vardı, “ayaklarım yere basmazdı”…Her seferinde birileri tarafından “yere” indirildim. Adımın önüne resmi, gayri resmi birçok sıfat eklendi… Ben de “duvarlara çarpa çarpa” adam edildim…
Şimdi, şu anda, bu yaşımda bir sıfatım daha var. O, bütün diğer sıfatlardan kıymetli…  Babayım ve bir oğlum var. Henüz küçük ama bir gün o da “delikanlı” olacak… Ben onun herkes gibi duvarlara çarpa çarpa “adam” edilmemesi için her şeyi yapacağım… Hatta bütün o duvarları yıkabilmesi için hep yanında olacağım. İşte hayatımın en güzel doğum gününü bunu başarabilirsen kutlayacağım…

1 Nisan 2012 Pazar

Sesin saltanatını ilan ediyoruz…!




Dramafon Radyo Oyunu ve Ses Kültür Derneği olarak ilk sloganımız buydu;

“Sesin saltanatını ilan ediyoruz…!”

Üç yıl oluyor Dramafon Derneği’ni kuralı… Fakat Gülhane parkında bir ceviz ağacı misali, “ne siz bunu farkındasınız, ne de polis farkında…” Aslında biz sesin saltanatını “sessiz sedasız” ilan edenleriz. Bir avuç ses emekçisi üç yıl önce kurdu Dramafon Derneği’ni… Dramafon sözcüğü de bizim hem parolamız hem de sese gönül verenlerin sözlüğüne armağanımız. Sesle yapılan bütün dramatik işleri tanımlamaya çalıştık bu sözcükle… Yani radyo oyunları, arkası yarınlar, sesli kitaplar, şiirler, hatta müzik…  

Görüntünün günümüz tüketim toplumunda nasıl ve nice kullanıldığını biliyoruz. Burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Her şeyin bir fiyatının olduğu bir dünyada biz söze “Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız!” diyerek başlamıştık.  Televizyon kültürü eleştirdiğimiz, muhalif olduğumuz bir şeydi… Dramafon düşüncesini, manifestosunu, serüvenini merak edenler bu sayfadaki Radyo Yazılarını tarayarak bulabilirler.

Burada oturup uzun uzadıya Dramafon’dan söz edecek değilim sizlere… Onu başka günlerde başka yazılarda yapacağım. Bu yazının konusu “Sesin Saltanatı”… Biz, radyo oyunu ve ses kültürü üzerine kendimizce bilimsel bir yöntemle çalışmalar yapaduralım, Karaköy’deki dernek merkezi ofisinin kirasını ödeyene kadar akla karayı seçelim… Kuruluş aşamasında yanımızda yöremizde yer alan yüzden fazla dernek üyesinin arasında mumla arayarak beş lira aidat ödeyen bir tek kişi bile bulamayalım… Gözlerimizi yumalım, gerçeği arayalım… Bu arada atlar alınsın, Üsküdarlar geçilsin…

Sesin saltanatı bambaşka bir biçimde ilan edilsin…

Geçtiğimiz günlerde bir firmanın reklamlarını seslendirmek için anlaşma yapan Okan Bayülgen’in, Saklambaç'ın haberine göre; reklama yaptığı seslendirme karşılığında 1 milyon dolar ücret aldığı iddia ediliyor.

Artık bu ülkede bir insanın sesinin değeri bir milyon dolar!

Biz Dramafon hareketi olarak bu habere çok sevindik. Sevindik çünkü Okan Bayülgen’in ardından bütün seslendirme emekçileri milyon dolarlar olmasa da emekleri karşılığında insanca yaşayacak ücretler alabilirler belki diye düşünüyoruz.

Aslında belki de reklamcılar yanılıyorlar ve dolarlarını ziyan ediyorlar. Psikologlar, insanların bir reklamda ünlü birinin sesini duyduğunda koşarak gidip o ürünü almadığını söylüyorlar. 2010 yılında yapılan bir çalışmaya göre düşünülenin aksine reklamlardaki ünlü seslerinin hiç de işe yaramadığı ortaya çıkmış. Bekli de insanlar o bayıldıkları güzel seslerden, bir malın özelliklerini duymaktan rahatsız oluyorlar. O seslerden hayata dair daha manalı ve derin sözler duymayı bekliyorlar… Kim bilir?
Artık bu haberler, araştırmalar ne kadar doğru ne kadar yanlış ben bunu bilemeyeceğim. Bildiğim bir tek şey var. O da bu olayın, yani Okan Bayülgen’in reklam seslendirmesi karşılığında bir milyon dolar alacak olmasının, benim anladığım anlamda “sesin saltanatı” ile  bir ilgisinin  olmadığı. Bu haber olsa olsa, “ Okan Bayülgen’in saltanatı” olarak tanımlanabilir bizim sözlüğümüzde…


Dramafon Hareketi olarak Okan Bayülgen’i tebrik ediyoruz. Kendisi yıllarca ne zaman bir radyo oyunu kaydına çağırdıysak parayı pulu sormadan koşup gelmiştir. Yine arasam yine gelir, bundan eminim. O ve onun gibi yüzlerce sanatçı “bu kubbede bâki kalanın bir hoş sadâ olduğunu” bilirler çünkü.

Ama ben sesin bâki kaldığı kadar bâkir kalmasına, günümüz kapitalist sistemi içinde eskimeyen ve eskimeyecek dev bir ada olarak kabul edilmesine inananlardan biriyim.

Sesin pazarlarda kıymetli bir mal olmasına gönlüm el vermez… Bir radyo oyununun tek bir saniyesi bile bizim için milyonlarca dolardan daha kıymetlidir… Çünkü benim ve benim gibi düşünen bir avuç insan için ses, gözleri görenlerin tarif edemeyeceği bir ışığa sahiptir. O ışığı size yalnızca, bir radyo oyununu dinleyen ve gözleri görmeyen bir dinleyici tarif edebilir. Bana defalarca tarif etmişlerdir çünkü… Oradan biliyorum…


                                                                                                                                                                                                                            Kıvanç Nalça  




31 Mart 2012 Cumartesi

GÜZEL BİR BAHAR GÜNÜNDE “GEZMEK”…


“Işığın Ressamı: Nazmi Ziya Güran” Sergisi Rezan Has Müzesi’nde Sanatseverleri Bekliyor!


Gezmek güzeldir… Fakat gezmek derken her köşe başında açılan yeni tüketim toplumu mabetleri AVM’lerde bir kattan bir kata yürüyen merdivenlerle sürüklenmekten söz etmiyorum… Benim böyle güzel havalarda gezmekten anladığım öncelikle müzelere ve sergilere gitmektir. Tabii ki burada sözünü ettiğim, insan şehirde gezmesi… Doğayla iç içe olan geziler apayrı bir yazının konusu… Hele İstanbul’da yaşıyorsa insan,  plan yapmak çok kolay… Kendine güzel bir “rota” çizeceksin ve bu muhteşem şehirde bir müze ya da bir sergi gezeceksin… Bu kadar… Kış boyu ışığa hasret kalanlara, İstanbul’u ve ışığını bir başka güzellikte görebilmeyi öğrenmek için Rezan Has Müzesi’ndeki “Işığın Ressamı: Nazmi Ziya Güran” sergisini şiddetle tasiye ederim…
Evet, Işığın Ressamıdır Nazmi Ziya… Her şeyden önce adı Ziya, ötesi var mı?

19. Yüzyılda Fransa’da ortaya çıkan Empresyonizm (izlenimcilik) akımının ülkemizdeki en önemli temsilcilerinden olan Nazmi Ziya Güran’ın özel koleksiyonerlerin değerli eserlerinden ve İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nden özel bir seçki ile hazırlanan ve yaklaşık 65 eserin yer alacağı “Işığın Ressamı: Nazmi Ziya Güran” sergisi 17 Nisan’a kadar Rezan Has Müzesi’nde ziyaretçilerini bekliyor.


Görme fırsatınız varsa kaçırmayın derim ben… Ama fırsatı olmayanlar için de Nazmi Ziya’nın birkaç eserini buradan paylaşayım…



Nazmi Ziya Güran (1881-1937)

İlköğrenimini İstanbul Vefa Özel Şemsülmaarif adlı bir okulda tamamladı. Vefa Lisesi ardından da Mülkiye Mektebi’nde öğrenim gördü. Çocukluğundan beri sanata düşkünlüğü olan Nazmi Ziya, Sanayi-i Nefise Mektebi Ali’sinde öğrenimi sürdürmek istedi. Ancak ailesi onun bu isteğine karşı çıktı. 1901 yılında Mülkiye Mektebi’nden mezun oldu. 1902 yılında Sanayi-i Nefise’ Mektebi’ne kaydoldu. Ancak, okulda Osman Hamdi Bey yönetiminde Salvatore Valery, Varniya ve Osgan Efendi gibi hocaların verdikleri eğitime uyum sağlamada ciddi sıkıntılar yaşadı.
Akademide öğrenciyken, İstanbula gelen ve kendisi ile tanışma fırsatı bulduğu Fransız Neo-Empresyonist ressam Paul Signac’tan etkilendi. 1908 yılında mezun olan sanatçı aynı yıl kendi olanaklarıyla Paris’e gitti. Cormonn’un atölyesindeki çalışmalarından artta kalan serbest zamalarında açık havada resim yaparak zamanını değerlendirdi.

Louvre Müzesi'nde iki ay çalışarak Antoine Coypel'in Democrite Başı kopyasını yaptı.
1911 yılında Fransız asıllı Marcel Chevalier ile evlendi..1914 yılında yurda döndü. Hemen ardından İzmir Muallim Mektebi Müdürlüğü ve İstanbul İl Tedrisat Müfettişliği gibi görevlerde bulundu. 1918 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi’ne Müdür oldu1909 yılında kurulan, ilk adıyla Osmanlı Ressamlar Cemiyeti, sonraki adıyla Güzel Sanatlar Birliği içerisinde yer alıp onların 1916 yılından itibaren her yıl düzenli olarak gerçekleştirdikleri sergilere katıldı. Nazmi Ziya, Akademi'deki hocalığı ve devletten aldığı resmi siparişleri yerine getirmekten arta kalan zamanlarında doğayla başbaşa kalarak açık havada manzara resimleri üretmeye devam etti.
Kişisel sergilerin son derece sınırlı olduğu bu dönemde sanatçı, ancak 1937 yılında Akademi'de düzenlenen kapsamlı sergi sayesinde bu imkânı bulabildi.

Büyük bir heyecanla çalışmaya koyuldu, resimlerini o sıcak yaz günlerinde kendi elleriyle taşıdı, 300'e yakın resmini yerleştirmek ve asmakla uğraştı. Bu yorgunluk, 17 Ağustos1937 günü açılan ve 35 yıllık sanat hayatını ortaya koyan büyük bir sergiyle sonuçlandı. Ancak, sergi henüz kapanmadan11 Eylül 1937 tarihinde kalp krizi sonucunda hayatını kaybetti..

29 Mart 2012 Perşembe

SİZ NASIL SEVENLERDENSİNİZ?





Eeee, ne demişler? Geldi bahar ayları gevşer gönül yayları…
Hal böyle olunca da bana bu blogda aşk hakkında bir yazı yazmak düşüyor… Şimdi şöyle diyenler olabilir aranızda;
“Sanki memlekette, dünyada dert yokmuş gibi, yine aşk… Yine meşk…”
Var efendim… Var… Memlekette de dünyada da üzerine konuşulacak ve söylenecek çok söz var. Bu sayfalarda hepsine sıra gelecek… Ama bahar gelmişken, gevşeyen gönül yaylarından söz etmemek olmaz…

27 Mart 2012 Salı

" 27 Mart Dünya Tiyatro Günü" ya da "Meddahın Asasıyla Mendili"




Bugün 27 Mart… Dünya Tiyatro Günü… Artık öyle bir hale geldik ki tiyatro sözcüğü gündelik konuşmalarda yeni ve çirkin bir anlam kazandı. Biri yalan söylediğinde, iki yüzlülük yaptığında, karşısındakini dolandırmak, kandırmak için çirkin ayak oyunlarına başvurduğunda kullanılır oldu bu sözcük. Sıraladığımız bütün bu olumsuz nitelikleri bünyesinde barındıranlara şöyle diyor artık çoğu kişi;

“Tiyatro yapma!”

2012 Dünya Tiyatro Günü Uluslararası Bildirisi: John Malkovich



" Dünya Tiyatro Günü’nün 50'nci yıldönümünü kutlarken UNESCO’ya bağlı Uluslararası Tiyatro Enstitüsü ITI bir selam mesajı hazırlamamı isteyerek beni onurlandırdı. Sevgili tiyatro çalışanı meslektaşlara, arkadaşlara ve yoldaşlara kısaca sesleneceğim. 
Emeğinizin ürünleri sarsıcı ve özgün olsun. Derin, dokunaklı, düşündürücü ve benzersiz olsun. İnsan olmanın anlamı üstüne kafa yormamızı desteklesin; düşüncelerimize yürek gücü, içtenlik, açık sözlülük ve incelik katsın. Dilerim güçlük, sansür, yoksulluk, nihilizm gibi engelleri aşabilesiniz. Eminim çoğunuz saydıklarımın hepsiyle kesinlikle karşılaşacak. Umarım yeteneğiniz ve sebatınızla bize insan kalbinin çarpışındaki bütün çapraşıklığı öğretebilirsiniz. Umarım alçak gönüllülük ve araştırıcı bir ruhla bunu ömür boyu iş edinirsiniz. Dilerim en iyileriniz temel sorun olan “Nasıl yaşıyoruz?” sorusunu bir çerçeveye oturtmayı başarır. Çünkü ancak en iyiler -pek nadiren ve çok kısa süreyle- yapabilir bunu. Yolunuz açık olsun."

John Malkovich

26 Mart 2012 Pazartesi

En-el Hak… Mavi Senfoni… Mihrap…


En-el Hak… Mavi Senfoni… Mihrap…



Markalı, pahalı bir şey gösterip de fiyatını söylediğimizde babam hep şöyle derdi;
“Benim paramla beş lira etmez…
Bütün ekonomik sistemlerin, çapraz kurların, paritelerin ötesinde bir kavramdır aslında bu; “Benim param…” Öyle böyle değil yekpare bir para birimidir belki de… Benim babam Bulgaristan doğumlu olduğundan mıdır yoksa akrep burcu olduğundan mıdır bilemeyeceğim “tutumlu” adamdır. Bir de evlâd-ı fâtihân topraklarından getirdiğimiz bir deyim vardır bizim, muhacir olarak; “De para pançemde…”  Günümüz Türkçesiyle şöyle çevireyim size; “İşte para avucumda…” Bu deyim de “benim param” adlı para biriminin manasını ifade eder… “Bir malın ve hizmetin piyasa rayiciyle değerinin ne olduğu beni bağlamaz. Asıl olan benim paramla kaç lira ettiğidir.” Ana düşünce bu… Bu düşünceyi dile getiren başka deyimler ve söyleyiş biçimleri de mutlaka vardır bu topraklar üzerinde. 
Babamın “benim param” adını verdiği para birimi çoğu menkul ve gayrimenkul kıymetleri değerlendirmek için kullanılabilir. Bir tek sanat eserleri için herhangi bir karşılık yoktur babamın “benim param” adını verdiği para biriminde… Anlamanız için şöyle açıklayayım, liseyi bitirdikten sonra Güzel Sanatlar Heykel Bölümü’ne girmeye hak kazandığımda babamın yorumu şu olmuştu; “Benim için kızımın fahişe olmasıyla oğlumun heykeltıraş olması arasında hiçbir fark yok…”
Sizin de anlayacağınız gibi babam sanattan alamaz…

25 Mart 2012 Pazar

“YAZMAK İÇİN ON BİR EMİR” Henry Miller


“YAZMAK İÇİN ON BİR EMİR”


Henry Miller , 1932’den 1933’e kadar yayınlanan ilk romanı Tropic of Cancer (Yengeç Dönencesi) üzerinde çalışmaya başlarken kendisine sıkı bir program hazırlar. Disiplinli bir biçimde çalışabilmek için sıkı kurallar belirler kendisine. Bunlar Tanrı Kelamı gibi uyulacak kurallardır. “YAZMAK İÇİN ON BİR EMİR” başlığıyla bu kuralları çalışma odasındaki duvara yapıştırır.


AÇIK RADYO... Dinleyici Destek Projesi


Radyo Tamircisi’ne ve Anafor Radyo Yayıncılık A.Ş.’ye destek  olmak…








Ankara'da yerel bir radyoda çalışan Hüseyin Koca, Bedelli Askerlik parasını toplaması için bir gece düzenlemiş. Herhalde bir düğün salonunda sevenlerini, eşini dostunu toplamış. Bilet satmış insanlara, kendince bir program hazırlamış. 350 kişi gelse bedelli askerlik bedelini toplayacakmış ama o hedefe henüz ulaşamamış. Programının adı da “Radyo Tamircisi”… Bence samimi bir eylem… “Radyo Tamircisi askere gitmesin, bize program yapsın.” diyen varsa destek olur.
Ne demişler, isteyenin bir yüzü kara…

Sevgili meslektaşım Hüseyin Koca dinleyicilerden doğrudan para talep eden tek radyocu mu bu ülkede? Tabii ki hayır… Bir de Açık Radyo var… “ Kâinatın Tüm Seslerine, Renklerine ve Titreşimlerine Açık Radyo…”

24 Mart 2012 Cumartesi

“ SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ ” YA DA 60 SANİYE


“ SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ ”
YA DA
60 SANİYE


Saatler bu gece bir saat ileri alınacak!

Artık zamanı geldi. Yaz saati uygulamasına geçiyoruz. Saatleri bir saat ileri alacağız. Hepimize hayırlı olsun. Muhtemelen ülkemizde bir “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” var. Bu saatleri ileri geri alma kararını muhtemelen Halit Ayarcı Bey veriyor gibi geliyor bana… Şimdi Halit Ayarcı’nın bir politikacı ya da bürokrat olduğunu düşünenler olabilir. Hayır efendim. Halit Ayarcı, Saatleri Ayarla Enstitüsü’nün fikir babası çok muhterem bir roman kişisidir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanları arasında bambaşka bir yeri vardır Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün. Fantastik mi desem bir bürokrasi ironisi mi desem, çılgınca bir mizah mı desem, ne diyeceğimi bilemem bu romanı tanımlamak gerektiğinde… Şimdi romanı size anlatmamak için kendimi zor tutuyorum. Çünkü şahane bir roman, Saatleri Ayarlama Enstitüsü… Herkesin ama herkesin bu romanı okumasını tavsiye ediyorum. Dört bölümden oluşan romanın bölün isimleri bile şiir gibi;

“Büyük Ümitler, Küçük Hakikatler, Sabaha Doğru ve Her Mevsimin Bir Sonu Vardır”

23 Mart 2012 Cuma

81 GRAM MI, 21 GRAM MI?


YASTIK ALTINDAKİ ALTI BİN TON ALTIN…


Hitler’in kayıp altınlarını, Saddam’ın, Kaddafi’nin gizli altınlarını, duymuştuk da bunu duymamıştık daha önce… Hani masallardaki hazineler vardır ya onlar bile sönük kalıyor bu yastık altındaki altınların yanında… Yanlış mı okuyorum diye üç beş kere kontrol ettim… Hayır, doğru okumuşum. Tam altı bin ton altın… Hem de her bir tonu yastık altındaymış.
Hesap etmeye çalışayım… Altı bin ton, altı milyon kilo altın demek… Altı milyon kilo… Altını kiloyla tahayyül edemeyenlerden olduğum için bunu da grama çevirme ihtiyacı duyuyorum. Altı milyon kilo da, altı trilyon gram ediyor… Altının gramı da yüz liraya yakın bildiğim kadarıyla… Onu sonra hesap ederiz. Şu altı trilyon gram altını yaklaşık yetmiş dört milyon olan nüfusumuza bölelim bir de… Seksen bir gramdan biraz fazla… Hiç de fena değil.

22 Mart 2012 Perşembe

DÜNYA SU GÜNÜ 22 MART 2012






Halis kalabak suyu…

Benim çocukluğum Eskişehir’de geçti… Böyle bağırırdı sucular benim çocukluğumda… Kalabak suyu kaliteli bir kaynak suyuydu… Bal gibi tatlıydı, lezzetliydi… Küçük bir ücret karşılığı insanlar bidonlarını doldururlardı. Fakat bu bir tercihti o zamanlar, mecburiyet değildi. Yani musluktan akan su içilebilirdi. Her köşe başında gürül gürül akan bir çeşme vardı. Susadın mı dayardın ağzını musluğa kana kana içerdin… Para filan vermezdin kimseye... Şimdi geçmişi hatırlayınca Orhan Veli’nin o şiiri geldi aklıma;

20 Mart 2012 Salı

AŞK DETOKSU


AŞK DETOKSU
( LOVE DETOX)







Artık adet oldu. Bahar gelince detoks yapmak gerek… Fakat detoks nedir? Kimler tarafından, ne zaman, nerede, neden ve nasıl yapılır? Bunlar önemli. Henüz detoks sözcüğü Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne girmemiş. Ben de Nişanyan sözlüğündeki detoks maddesinden yararlandım.
İngilizce detox sözcüğü, otomobilin zehirli gaz emisyonunu azaltma anlamında 70’li yıllarda kullanılmaya başlanmış. Ardından 68 kuşağının bünyeyi alkol veya uyuşturucudan arıtma işlemlerine de bu isim verilmiş. Sonunda sözcük,  “ sağlığa zararlı alışkanlıklardan arınmak için yapılan rejim” anlamında bütün dillerde kullanılır olmuş.

19 Mart 2012 Pazartesi

ÖLMEDEN ÖNCE…



ÖLMEDEN ÖNCE…


Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?

Benim bu soruya bu yaşıma kadar verdiğim yanıt hep b) şıkkı oldu. Belki de soruyu yanlış anlamışım diye düşünüyorum artık. Çok gezen mi bilir, sorusundaki gezmekten anladığım, “Beyoğlu’nda gezip, gözlerini süzmek” oldu hep. Eh, onu da az yapmışlığım yok. Fakat ilke olarak çok okuyanın daha çok şey bileceğine inandım ben. Geze geze okuyup, okuya okuya gezmek olamaz mı derseniz ben “Olmaz.” Derim… Yolculukta kitap okuduğunuzda manzarayı seyredemeyeceğiniz için benim ölçülerime göre bir yerden bir yere gitmiş olursunuz ama gezmiş değil, okumuş sayılırsınız.
Fakat artık benim de canım gezmek istiyor. Belki de yaş ilerlediğinden. Oku, oku, oku… Nereye kadar?  Tabii ki okumanın sonu yok. Bir insanın ömrü, insanlık tarihi boyunca yazılanların binde birini bile okumaya yetmez. Bu yüzden sağ olsun uzmanlar bizler için birbirinden şahane listeler hazırlıyorlar…

18 Mart 2012 Pazar

Beşir Fuad’ın Ameliyatı


Beşir Fuad

Beşir Fuad’ın Ameliyatı
‘Kan aktıkça sızlıyor biraz…’

Bırakın oturup hakkında bir yazı yazmayı, üzerinde düşünmekten bile çekindiğimiz hayatlar, öyküler, hayat öyküleri vardır çoğumuzun. Yoldan çıkarıcı oldukları kadar baştan çıkarıcı da olan; rutine uyum sağlamış varlıklarımızı tehdit eden, ezber bozan masallar… Yine bizde böylesi tedirginlikler yaratan öykü, oyun, roman kişileri ve onların hikâyeleri vardır bir de… Bunlar büyük eserlerin başkahramanları değillerdir kimi zaman. Mesela Henric İbsen’in Peer Gynt oyununda yalnızca iki sahnede görünüp kaybolan bir oyun kişisi… Savaşa gitmemek için tetik parmağını orakla kesen genç… Onun hikâyesini ve bendeki izlerini başka bir zaman anlatacağım. Sözünü etmek istediğim hikâyeler bana göre araftakilerin hikâyeleridir… Üzerine çok düşündüğüm ama gündelik yaşamın koşturmacasında varlığımı sürdürebilmek için düşünmemeye gayret ettiğim hikâyelerdir bunlar. Bu duyguyu yükseklik korkusuna sahip olanlar çok iyi bilirler. Belki de yüksekten korkanlar, çok katlı bir binanın en üst katındaki bir balkona çıktıklarında karşılarındaki o korkunç uçurumun kendilerini bir mıknatıs gibi aşağıya çekeceğinden korkarlar… Kimilerini her uçurum çağırır. Asıl korkunç olan bu davete karşı koyamamaktan korkmaktır. Size sözünü etmeye çalıştığım korku da aslında bunu gibi bir şey… Araftakilerin hikâyeleri bir uçurumun çekiciliğine sahip tehlikeli hikâyelerdir.

17 Mart 2012 Cumartesi

" AH BİR ZENGİN OLSAM…"



Damdaki Kemancı

" AH BİR ZENGİN OLSAM…"



Bu yazıyı hâlihazırda zengin olanlar okumasın. Gönlü zengin olanlar okuyabilirler. Zannımca bir şey kaybetmezler.
Eski zaman hikâyelerinde, masallarda zenginliğin nasıl tarif edildiğini anımsayalım. Koca koca saraylar, içi çeşit çeşit paha biçilmez mücevherle, dolu hazine odaları… Altın, gümüş, elmas, yakut, pırlanta, yeşim, inci…
Bütün bu değerli nesneleri günümüzdeki alım güçleriyle hayal etmeyin ama… Demek istediğim şu; Yumruk kadar bir elmasla belki bugün bir uçak satın almanız mümkün. O vakitler öyle bir elmasla beş yüz deve satın alındığını varsayalım. Fakat gelin görün ki beş yüz değil bin deve de bir araya gelse bir uçak gibi uçamıyor. O yüzden o zamanın zenginliğiyle günümüzün zenginliği pek benzemiyor birbirine.
Yine geçmişe dönelim. Bir zenginin sarayında neler var? O zamanlar insanların yiyip içebildiği ne varsa en iyisi… Tatlıysa bal, pekmez, reçel meçel, baklava, börek, şu, bu… Çocuğa masal diye anlatsanız; “Dondurma yok mu dondurma? Diye sorar… “Yok, çocuğum o zamanlar dondurma. Elektrik bulunmamış. Buzdolabı, soğuk zinciri falan hak getire… Belki kar getirip dağlardan pekmezle karıştırıyorlardır. O kadar.”
Çocuğa bile çekici gelmiyor içinde dondurma bile olmayan bu zenginlik. Yetişkinler; “Aman dondurma da eksik olsun.” Diyebilir. Ama onlara da şunu söylemek lazım; “ Bir de bunun kışı var.” Koca koca yetmiş seksen odalı saralar dedik… İyi de kış olunca ısıt bakalım o koca sarayı… Elektrik yok, doğal gaz yok, kombi yok, kalorifer yok, klima yok… Beş yüz tane deve, bir de koca saray var. Ocak ayında hayrını görün… Şömineyle, mangalla, sobayla ısınan sarayda, dişlerin takırdaya takırdaya uyu uyuyabilirsen. Ateşe yüzünü dönsen sırtın üşür, sırtını ısıtsan yüzün donar.

16 Mart 2012 Cuma

“MOBY DICK ROMANINDAKİ KAPTAN AHAB’IN İKİNCİ KAPTANLARINDAN STARBUCK’IN MEKÂNI”


“MOBY DICK ROMANINDAKİ KAPTAN AHAB’IN İKİNCİ KAPTANLARINDAN STARBUCK’IN MEKÂNI” 

STARBUCKS 
Kaptan Ahab, Starbuck, Moby Dick






Ben aslında geçen yılın son günlerine kadar tam bir çay tiryakisiydim. Abartmak gibi olmasın, günde yirmi otuz bardak çay içerdim. İnce belli cam bardakta tavşankanı demli çaya bayılırdım. Hala evde kahvaltı ettiğinde ya da akşam televizyon izlerken çay içtiğim oluyor. Ama yılbaşında sigarayı bıraktığımdan beri tam bir kahve tiryakisi oldum. Eskiden son yıllarda açılan yeni moda kahvecilerin önünden geçerken hayret ederdim bu insanlar koca koca karton bardaklardaki kahveleri nasıl içiyorlar diye. Artık ben de içiyorum. Hem de günde beş fincanı buluyor içtiğim kahve. Yanında kektir, çikolatadır derken sigarayı unutuyor insan.
Kahve merakı artınca insanlar yeni yeni şeyler öğreniyor. Kahvenin de türleri var. Granül kahveden zaten pek hazzetmezdim. Ben bir tek Türk Kahvesini bilirdim birkaç yıl öncesine kadar. Tabii ki Türk Kahvesi dediğimiz şey adını bir pişirme ve servis etme tekniğinden alıyor. Yoksa Konya’da yetişmiyor ne yazık ki Türk Kahvesi olarak içtiğimiz kahvenin çekirdekleri… Bizim o çok bizden bulduğumuz kahve de uzak diyarlardan geliyordur muhtemelen.
Ne demişler;

Kahve Yemen'den gelir
Bülbül çemenden gelir
Ak topuk beyaz gerdan
Her gün seyrandan gelir

 Bir de Mırra vardı bildiğimiz son yıllara kadar. Mardin’de birkaç kere bakmıştım tadına ama ne yalan söyleyeyim Yalan Dünya dizisindeki Emir’in dediği gibi “ Sert.” gelmişti bana. Eskiden Mırra içmek isteyen Mardin’e gitmek zorundaydı. Bazı restoranlarda da yapılıyor ama geçenlerde Bakırköy dolmuş duraklarında elinde bir mırra cezvesi ve kulpsuz mırra fincanıyla öyle duran bir adam gördüm. Özellikle durak şoförlerine mırra satıyordu. Yanında bir de küçük pet şişe… Biri mırra içince fincanı şişeden döktüğü suyla çalkalayıp aynı fincanla bir diğer müşterisine mırra ikram ediyordu. “Ama hiç hijyen değil!” diye yüzlerini buruşturanlar mırranın nasıl kahredici bir kimyasal olduğunu bilmiyorlardır. Bir rivayete göre mırranın değdiği yüzeyde barınacak mikrop daha anasından doğmamıştır.
Ben artık kahve tiryakisi oldum dediysem Türk Kahvesi ya da Mırra içmiyorum. Filtre kahveye başladım. Sağ olsun eşim hemen bir kahve makinesi bir de termos aldı bana. Farklı kahvelerden özel harmanlar yapıp içiyorum ben de. Sabah evden çıkarken bir termos dolusu kahvem yanımda oluyor. Radyoya ulaşıp işlerimi yoluna koyana kadar o kahve yetiyor bana. Ardından hemen İstanbul Radyosu’na elli metre mesafedeki Starbucks Harbiye’de alıyorum soluğu…

Bu arada en sevdiğim yazarlardan biri, Herman Melville, en sevdiğim romanlardan biri de Moby Dick’tir… Şimdi kahveden söz ederken, İstanbul Radyosu’ndan çıkıp Harbiye Starbucks’a gelmişken, bu da nereden çıktı, ne alakası var diyenler olacaktır. Çok alakası var. Belki de benim bu kahve dükkânına sempati duymamın ana nedeni bu alakadır. İlk Starbucks mağazası 1971 yılında öğretmen Jerry Baldwin ve Zev Siegel ile yazar Gordon Bowker tarafından açılmış. Bu kahve dükkânına bir isim vermek gerektiğinde yazar ortak hemen bir fikir üretmiş. Herman Melville’in Moby Dick romanındaki Kaptan Ahab’ın birinci kaptanı Starbuck’ı hatırlamış. Kaptan Ahab beyaz balina Moby Dick’in peşinde delice bir serüveni sürdürürken Starbuck hep karadaki hayatın özlemini kurar. İkinci Kaptan Starbuck kahveyi de çok sever.  Starbucks isminin böylelikle açık denizleri ve kahve ticaretinin ilk dönemlerini çağrıştıracağı düşünülmüş. Yani bu dükkânın adı aslında, “Moby Dick Romanındaki Kaptan Ahab’ın İkinci Kaptanlarından Starbuck’ın Mekânı” olabilirmiş. Kısaca Starbucks demişler.


Neyse, ecnebilerin Brewed Coffee dedikleri günün kahvesinden artık o gün bahtıma ne çıkarsa doldurtuyorum termosuma… Guatemala, Colombia, Sumatra, Kenya, Verona…
Daha alengirli bir kahve isterseniz hemen adınızı soruyor görevli arkadaş ve bir kalemle adınızı karton bardağınızın üzerine yazıyor. Bu aslında biraz komik bir durum. Hani üzerinde adınızın yazılı olduğu künyeler ya da kolyeler vardır. Onları getiriyor aklıma. Bu tür takıları kullanmanın farklı nedenleri olabilir ama karşıdaki insana şu mesajları iletiyor;
 “1. Bu takı benim, kimseden ödünç almadım. 2. Adımı merak ediyorsan oku…”

İşte üzerinde adınızın yazılı olduğu kahve bardağıyla bir kafede oturmak da sanki biraz bu takılardan takmaya benziyor. Fakat bu;  kafelerde şöyle diyaloglar da yaşanmasına sebep olabiliyordur belki;

-         Merhaba Zeynep.
-         Aaaa? Nereden bildiniz adımı? Yoksa tanışıyor muyuz?
-         Yok, bardağınızda yazıyor ya oradan okudum.
-         Doğru ya Starbucks’tayız…
-         Ha ha ha…
( Gülüşmeler…)

Doğal olarak başka bir kültüre ait bir yapı ülkemize girdiğinde ilk önce ya tepki görüyor ya da ilgi çekiyor. Sonra aradan belirli bir zaman geçinde karşılıklı değişimler yaşanmaya başlanıyor. Ne o dışarıdan gelen geldiği yerdeki halini koruyabiliyor. Ne de biz eski hayatımıza olduğu gibi devam edebiliyoruz. Karşılıklı bir etkileşim…
Örnek olarak geçen sabah kendimce bir füzyon kahvaltı oluşturdum. Kavram olarak Füzyon, Birleşmek demek… Füzyon mutfak diye bir şey var zaten, bilirsiniz. Kaliforniya ve Avustralya’da İtalyan, Fransız, İngiliz, Çin mutfaklarının karışmasıyla çıkmış ilk olarak bu kavram. Ama benim füzyonum Kaliforniya usulü olmadı pek. Sabah canım Kürt Böreği istedi. Karşıdaki börekçiden iki dilim paketlettirdim. Bol da pudra şekeri serptirdim üstüne. Sonra da Starbucks’a gidip günün kahvesinden istedim. Şansıma o gün Sumatra kahvesi varmış… Sumatra Kahvesiyle Kürt Böreği… Şahane yakışıyorlar birbirlerine… Tavsiye ederim. 

15 Mart 2012 Perşembe

HALKIMIZ ELEKTRİĞİ KEŞFETTİ


Esra Erol

HALKIMIZ ELEKTRİĞİ KEŞFETTİ

Belki de uygarlığımızın temeli elektrik üzerine kurulu. Fakat bizim son yıllarda keşfettiğimiz elektrik başka. Mucidi  Alessandro ya da Nikola Tesla değil,   Esra Erol… Belki de bu elektrik Âdem’le Havva’dan beri vardı kadınlar ve erkekler arasında… Ama hissedilse, varlığı bilinse bile dile getirilmezdi eskiden. Ama elektrik artık dilimizde… Bir elektrik, bir elektrik… HES’lere, Nükleer Santrallere ne hacet? Halkımız dinamo gibi çalışıyormuş, elektrik üretiyormuş meğer. Ne güzel…
Esra Erol ve programı “Esra Erol’da Evlen Benimle” ile ilgili çok şey yazıldı, çok şey söylendi bugüne kadar. Eleştirenler, kınayanlar yerden yere vuranlar oldu. Öncelikle şunu söyleyeyim ki ben onlardan değilim. Ben bu ve bu tür programları fazlasıyla destekliyorum. Hatta desteklemekle kalmıyorum bir açıdan yetersiz de buluyorum.
Programı takip edenler bilir. Birçok kişi aradığını buldu, yalnızlıktan kurtuldu, mutlu bir yuva kurdu bu program sayesinde. Fakat benim asıl merak ettiğim ekranlarda gördüğümüz medeni cesaret acaba toplumun tamamına yayılabildi mi? Hani derler ya, kamera karşısında olmak insana tedirginlik verir, insanın nutku tutulur diye… Bu programa katılanlarda hiç öyle bir sıkıntı yok Allaha şükür. Herkes beklentilerini, duygularını özellikle de elektrik durumunu rahatça ifade edebiliyor. Ama gündelik hayatta öyle mi..? Çarşıda, pazarda, parkta bir beyefendi hiç tanımadığı bir hanımefendiye yaklaşıp; “Merhaba. İki bin lira aylık gelirim, Esenler’de 3+1 dairem ve 2009 model bir otomobilim var. Gezmeyi severim, dürüstlüğe bayılırım. Sizden elektrik aldım. Şurada oturup bir çay içebilir miyiz?” diyebiliyor mu acaba? Diyemiyorsa daha kat edilecek çok mesafe var demektir. Mesafeler yalnızca ekranda milyonların karşısında kat edilmemeli. Yoksa piercingli, dövmeli rocker genç kızların müstakbel kaynanalarının ellerini öpmesi, saçının ucuyla oynayarak paravanın bir tarafında bekleyen Emo delikanlıların müstakbel eşlerini öncelikle annelerinin onaylamasının gerektiğini vurgulamaları şaşırtıyor insanı. Böylesi örnekler dış görüntülerimiz farklı da olsa hepimiz birbirimize benziyoruz dedirtiyor insana. Birbirimize bu kadar benzediğimizi görmek de az şey değil.
Hepimiz birbirimize benziyorsak daha geniş kitlelerin faydalanabileceği Esra Erol mekânlarına ihtiyaç var demektir.  Evet, mesafeler yalnızca kamera karşısında kat edilebiliyorsa bütün şehirlerimizde birer “Esra Erol’da Evlen Benimle Kafe” açılmalı. Çünkü program her gün yayınlansa da günde sadece on beş yirmi kişi duyduğu elektriği dile getirme fırsatı bulabiliyor. Peki, bu fırsatı bulamayan milyonlar ne yapacak? İşte bunun için de bir çare bulunmalı. İnsanlar gündelik hayatta bu konularda pek rahat davranamıyorlar, kendilerini bu programda daha rahat ifade edebiliyorlar, bu bir gerçek. Bu kafelerde dekorasyon aynen program stüdyosununki gibi olmalı. Tabii ki çalışsın çalışmasın bir kamera şart. Yine bu kafelerde programdaki bütün kurallar aynen geçerli olmalı. Buralara evlenmek niyetiyle gelenler birbirlerine “Sizi yakından tanımak istiyorum.” , karşısındakinden tam elektrik alamayanlar kendileriyle çay kahve içmek isteyenlere  “Geldiğiniz için teşekkür ediyorum.” Diyebilmeliler.
Şaka bir yana bu programda gerçekten dramatik hikâyelerle de karşılaşılıyor. Yaşadıkları dayanılmaz hayatlardan kurtulabilmek için evlilikten medet uman çaresiz kadınların hikâyeleri… Yani programda olup bitenlere keyifli keyifli gülümserken birden çaresiz bir kadının feryatlarıyla sarsılabiliyorsunuz.  Bu hikâyeler Esra Erol’u da harekete geçirdi ve çocuk yaşta evlendirilen gelinlerin hikâyelerini kitaplaştırdı; Kara Duvak… Belediyelerin desteğiyle Umutevleri açılmasına ön ayak oluyor. Bu girişimler gerçekten önemli. Esra Erol elinden geleni yapıyor. Onu alkışlamalıyız. Öncelikle insanlar sosyal haklarını hangi yollardan arayacağını bilmeli, bilmiyorsa öğrenmeli. Devlet de ihtiyaç sahibi vatandaşları böylesine çaresiz kalmalarına fırsat vermeden koruma altına almalı. Sosyal sorunlara bir televizyon programında çare aramak uygar bir toplumda son seçenek olmalı.
Her şeyi Esra Erol’dan beklememeliyiz yani…

                                                                               Kıvanç NALÇA 

14 Mart 2012 Çarşamba

ZAMANIN RUHU ( zeitgeist)



Zeitgeist


Ya da Google’da en çok ne ararız?


Bir şeyler olup bitiyor ve bazı kavramlar beklenmedik bir biçimde meşhur oluyor, hepimizin diline dolanıyor. Kısa bir süre içinde söz konusu kavramın asıl anlamı ortadan kalkıyor ve gündelik konuşmalarımızda sık kullanılan bir kalıba dönüşüyor.

Google’da internet kullanıcılarının en çok aradığı sözcüklerin günümüzde ne kadar önemli olduğunu bilmeyen yok. Çünkü bu kavramları kullanmak web sitenizin, bloğunuzun, sayfanızın Google aramalarının üst sıralarında yer alması anlamına geliyor ve bu da bu işten para kazananlar için kar anlamı taşıyor. Bu nedenle Google en çok aranan kelimeleri bir yıl geriden açıklıyor.
Google,  "Zeitgeist", yani “Zamanın Ruhu” kavramını şöyle tanımlıyor;

“ Belirli zamanların ruhu ve genel ortamı, Google'da her gün aranan milyonlarca kelimenin toplamına bakılarak anlaşılabilir. Yani, bu rapora bakarak, Google'da yapılan aramalar ışığında, insanlığın o sene içerisinde en çok nelerle ilgilendiğini, nelere karşı merak duyduğunu ve o yıl içindeki en önemli dönüm noktalarını görebilirsiniz.”

Bu da demek oluyor ki bizim internet başında zaman geçirmek için yaptığımız aramalarla şekilleniyor zamanımızın ruhu…

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...