Orhan Pamuk- BOĞAZ'IN SULARI ÇEKİLDİĞİ ZAMAN |
İKSV
tarafından, 13 Ekim–12 Aralık arasında gerçekleştirilecek. İstanbul Tasarım
Bienali, ‘New City Reader gazetesi ile sokaklara yayılmaya devam ediyor. Konuk
editörlüğünü 2013 Lizbon Mimarlık Trienali Şef Küratörü Beatrice Galileenin
üstlendiği gazetenin 10 Ağustos tarihli ‘Mektuplar/ Letters başlıklı son
sayısında yazar Orhan Pamuk, yazar Joseph Kanon, mimarlık tarihçisi Charles
Jencks, sanat tarihçisi Hans Ulrich Obrist, mimar Alejandro Zaero-Polo gibi
dünyaca tanınmış 18 ismin İstanbul u farklı yönleriyle anlattığı hikaye ve
mektupları yer alıyor.
Pamuk,
bir Fransız jeoloji dergisinde okuduğu haber üzerine yazdığı ‘Boğazın Suları
Çekildiği Zaman başlıklı yazısında, İstanbul için bir gelecek senaryosunu
paylaşıyor. Kanon ise mektubunda bugünün İstanbul u ile 1945i karşılaştırırken,
Jencks binlerce yıllık tarihi yapıya sahip İstanbul da kentleşmenin doğuracağı
sonuçlara dair sorular soruyor. Obrist, geleceğin İstanbul olduğunu yazar ve
şair Édouard Glissantın dizelerine yer vererek anlatıyor. Mimar Zaero-Polo ise
Ayasofyanın mimarı Miletli İsidorosa yazdığı mektupta mekanın geçmişine ve
bugününe değiniyor.
BOĞAZ'IN SULARI ÇEKİLDİĞİ ZAMAN
“Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz.
Yazı hariç.”
İbn Zerhani
İbn Zerhani
Boğaz’ın
sularının çekilmekte olduğunu fark ettiniz mi? Sanmıyorum. Bayramşenliğine
çıkmış çocukların keyfi ve heyecanıyla birbirimizi öldürdüğümüz bugünlerde
hangimiz bir şey okuyup dünyadan haberdar oluyor ki? Köşe yazarlarımızı bile,
dirsekleştiğimiz vapur iskelelerinde, kucak kucağa yuvarlandığımız otobüs
sahanlıklarında, harflerin tir tir titrediği dolmuş koltuklarında yarım yamalak
okuyoruz. Ben haberi bir Fransız jeoloji dergisinde okudum.
Karadeniz ısınıyor, Akdeniz
soğuyormuş. Bu yüzden esneyerek yayılan deniz sahanlıklarının dibindeki muazzam
mağaralara deniz suları boşalmaya, aynı tektonik kıpırdanmalar sonucu da
Cebelitarık, Çanakkale ve İstanbul boğazlarının tabanı yukarı çıkmaya başlamış.
Boğaz kıyısında konuştuğumuz son balıkçılardan biri, eskiden demirlemek için
bir minare boyu zincir attığı sularda şimdi teknesinin karaya oturduğunu
söyleyerek sordu: Başbakanımız bu konuyla ilgilenmiyor mu hiç?
Bilmiyorum. Bildiğim giderek artan
bir hızla ilerlediği açıklanan bu gelişmenin yakın gelecekteki sonuçlarıdır.
Besbelli, kısa bir zaman sonra bir zamanlar “Boğaz” dediğimiz o cennet yer,
kara bir çamurla sıvalı kalyon leşlerinin, parlak dişlerini gösteren hayaletler
gibi parladığı bu zifiri bataklığa dönüşecek. Sıcak bir yaz sonunda ise, bu
bataklığın, küçük bir kasabayı sulayan alçakgönüllü bir derenin tabanı gibi yer
yer kuruyup çamurlaşacağını, hatta binlerce geniş borudan şelaleler gibi gürül
gürül akan lağımların suladığı yamaçlarda otların ve papatyaların yeşereceğini
tahmin etmek zor değil. Kız Kulesi’nin bir tepenin üstünde korkutucu gerçek bir
kule gibi yükseleceği bu derin ve vahşi vadide yeni bir hayat başlayacak.
Ellerinde ceza fişleri oradan oraya
koşa belediye memurlarının bakışları arasında, eskiden “Boğaziçi” denen bu
boşluğun çamurunda kurulmaya başlayacak yepyeni mahallelerden söz ediyorum.
Gecekondulardan, salaş, bar, pavyon ve eğlence yerlerinden, atlı karıncalı
lunaparklardan, kumarhanelerden, camilerden, derviş tekkeleri ve Marksist
fraksiyon yuvalarından ve kapkaççı plastik atölyeleriyle naylon çorap
imalathanelerinden… Bu kıyametimsi kargaşanın içinde Şirketi Hayriye’den kalma
yan yatmış gemi leşleriyle gazoz kapağı ve deniz anası tarlaları görülecek.
Suların bir anda çekildiği ve son günde karaya oturmuş Amerikan
transatlantikleriyle yosunlu İon sütunları
arasında açık ağızlarıyla tarih öncesinden kalma bilinmeyen tanrılara yalvaran Kelt ve
Likyalı iskeletleri olacak. Midyeyle kaplı Bizans hazineleri, gümüş ve teneke
çatal bıçaklar ve bin yıllık şarap fıçıları ve gazoz şişeleri ve sivri burunlu
kadırga leşleri arasında yükselecek bu medeniyetin antik ocak ve lambalarını
yakacak enerjiyi uskuru bir bataklığa saplanmış köhne bir Romen petrol
tankerinden alacağını da hayal edebiliyorum. Ama asıl hazır olmamız gereken
şey, bütün İstanbul’un koyu yeşil lağım şelaleleriyle sulayacağı bu lanet
çukurda, tarih öncesinin yeraltından fokurdayan zehirli gazlar, kuruyan
bataklıklar, yunus, kalkan ve kılıç leşleri ve yeni cennetlerini keşfeden fare
orduları içerisinde çıkacak yepyeni bir salgın hastalığıdır. Biliyorum ve uyarıyorum: O gün, dikenli
tellerle karantinaya alınacak bu hastalıklı bölgede olup biten felaketler
hepimizin içine işleyecek.
Bir zamanlar, Boğaz’ın ipek
sularını gümüş gibi ışıldatan mehtabı seyrettiğimiz balkonlardan
gömülemedikleri için alelacele yakılan ölülerden çıkan mavimsi dumanın
aydınlığını seyredeceğiz artık. Boğaz
kıyılarındaki erguvan ve hanımellerinin bayıltıcı serinliğini koklayarak rakı
içtiğimiz masalarda çürüyen ölülerin genzimizi yakan o küfle karışık kekre
kokusunun tadını alacağız. Balıkçıların sıra sıra dizildiği o rıhtımlarda Boğaz
akıntılarının ve bahar kuşlarının huzur veren şarkılarını değil, bin yıl süren
genel aramaların korkusuyla denize dökülmüş çeşit çeşit kılıçları, hançerleri,
paslanmış pala ve tabanca tüfekleri ele geçirip ölüm korkusuyla birbirine
girenlerin haykırışları duyulacak. Bir zamanlar deniz kıyısındaki köylerinde
yaşayan İstanbullular, akşam evlerine yorgun argın dönerlerken yosun kokusunu
duymak için otobüs pencerelerini fayrap açmayacaklar; tam tersi, çürümüş ölü ve
çamur kokusu sızmasın diye alevlerle aydınlanan aşağıdaki o korkunç karanlığı
seyrettikleri belediye otobüslerinin pencere kenarlarına gazete ve kumaş
parçaları sıkıştıracaklar. Baloncu ve kağıt helvacılarla birlikte toplaştığımız
kıyı kahvelerinde, bundan sonra, donanma şenliğine değil, meraklı çocukların
kurcalayıp kendileriyle birlikte havaya uçurdukları mayınların kan kırmızısı
aydınlığına bakacağız. Ekmek paralarını, fırtınalı denizin kumsallara getirip
attığı Bizans mangırları ve boş konserve kutularını toplamakla kazanan
lodosçular, bir zamanlar sel sularının kıyı köylerindeki ahşap evlerden
kopartıp Boğaz’ın derinliklerine yaydığı kahve değirmenlerinden, kuşları yosun
tutmuş guguklu saatlerden ve midyelerin zırhıyla kaplanmış kara piyanolardan
çıkaracaklar artık.İşte o günlerden birinde ben,dikenli teller içinden, bu yeni
cehennemin içine kara bir Cadillac’ı bulmak için bir gece yarısı süzüleceğim.
Kara Cadillac, bundan otuz yıl önce
ben, bir acemi muhbirken serüvenlerini izlediğim ve patronu olduğum bir
batakhanenin girişindeki iki İstanbul resmine hayran olduğum bir Beyoğlu
haydutunun (“gangster” demeye dilim varmıyor) caka arabasıydı. Arabanın İstanbul’da
birer eşi o zamanların demiryolu zengini Dağdelen ile tütün kralı Maruf’ta
vardı. Son saatlerini bir hafta tefrika ederek hikaye ettiğimiz ve biz
gazetecilerin efsaneleştirdiği haydutumuzun bir gece yarısı polis tarafından
sıkıştıırlınca, sevgilisiyle, bir iddiaya göre esrar sarhoşluğundan, bir
iddiaya göre de bilerek atını uçuruma süren eşkıya gibi Akıntı Burnu’ndan
Cadillac’ıyla birlikte Boğaz’ın karanlık sularına uçmuştu. Dalgıçların deniz
dibi akıntısında günlerce arayıp bulamadıkları, gazetelerin ve okuyucuların da
kısa bir süre sonra unuttukları Cadillac’ı nerede bulacağımı ben şimdiden
kestirebiliyorum.
Orada, eskiden “Boğaz” denilen yeni
vadinin derinliklerinde, içinde yengeçlerin yuva yaptıkları yedi yüzyıllık
ayakkabı ve çizme tekleri ve deve kemikleri ve bilinmeyen sevgiliye yazılmış
aşk mektuplarıyla dolu şişelerin işaret ettiği çamurlu bir uçurumun
aşağılarında, elmaslar, küpeler, gazoz
kapakları ve altın bileziklerin parladığı sünger ve midye ormanlarıyla kaplı
yamaçların gerisinde bir yerde, çürümüş bir mavna leşinin alelacele kurulmuş
eroin laboratuarının ve kaçak sucukçuların kestiği beygir ve eşeklerin kova
kova kanıyla suladıkları istiridye ve deniz minareli kumluğun az ötesinde
olacak.
Eskiden “Sahil Yolu” denilen,
şimdiyse daha çok bir dağ yoluna benzeyen asfalttan geçen arabaların
kornalarını dinleyerek indiğim leş kokulu bu karanlığın sessizliğinde arabayı
ararken, içlerinde boğuldukları çuvallardaki iki büklüm durumlarını hala
koruyan saray kumpasçılarının ve haçlarını ve asalarına sarılı Ortodoks
papazlarının bileklerine gülle bağlı iskeletlerine rastlayacağım. Tophane
rıhtımından Çanakkale’ye asker gönderen Gülcemal vapurunu torpillemek isterken,
uskuru balıkçı ağlarına, burnu da yosunlu kayalara çarptıktan sonra deniz
dibine çöken İngiliz denizaltısının soba borusu gibi kullanılan periskobundan
çıkan mavimsi dumanları görünce, oksijensizlikten ağzı açık kalmış İngiliz
iskeletlerinin temizlendiği ve kadifeyle kaplı albay koltuğunda Çin
porselenleriyle akşam çayını artık Liverpool tezgahlarında imal edilmiş yeni
yuvalarına huzurla alışan vatandaşlarımızın içtiğini anlayacağım. Karanlığın
içinde, daha ötede Kayzer Wilhelm’e bağlı bir zırhlının paslı çapası
olacak; sedeflenmiş bir televizyon
ekranı bana göz kırpacak. Yağmalanmış bir Ceneviz hazinesinin artıklarını, ağzı
çamurla tıkanmış kısa namlulu bir topu, yıkılıp kaybolmuş bazı devlet ve
kavimlerin midyeyle kaplı tasvir ve putlarıyla burun üstü duran pirinç bir
avizenin patlak ampullerini göreceğim.
Gittikçe aşağılara inerek, çamur ve kayalar içinde yürürken, zincirli
küreklerinin başında sabırla oturup yıldızları gözleyen köle iskeletlerini
seyredeceğim. Yosun ağaçlarından sarkan gerdanlık. Gözlük ve şemsiyelere dikkat
etmeyeceğim belki ama inatla hala ayakta dikilen muhteşem at iskeletlerine
bütün silah, zırh ve takım ve taklavatlarıyla binen Haçlı şövalyelerine bir an
dikkat ve korkuyla bakacağım. Üzeri midyelerle kaplı sembol ve silahlarıyla
Haçlı iskeletlerinin hemen yanı başlarında duran Kara Cadillac’ı beklediklerini
o zaman korkuyla anlayacağım.
Nereden geldiği anlaşılamayan
fosforlu bir ışıkla arada bir belli belirsiz aydınlanan Kara Cadillac’a ağır
ağır, korkuyla, yanı başındaki Haçlı muhafızından izin alır gibi saygıyla
yaklaşacağım. Cadillac’ın kapısının kulplarını zorlayacağım ama baştan aşağı
midye ve denizkestaneleriyle kaplı bir araç bana geçit vermeyecek, sıkışmış ve
yeşilimsi pencereleri yerlerinden hiç oynamayacak. O zaman cebimden tükenmez
kalemimi çıkarıp sapıyla camlardan birini kaplayan fıstıki yeşil yosun
tabakasını yavaş yavaş kazıyacağım.
Gece yarısı, bu korkunç ve büyülü
karanlıkta kibritimi yakınca arabanın Haçlı zırhları gibi hala parlayan güzelim
direksiyonunun, nikelajlı sayaçlarının, ibre ve saatlerinin madeni ışığında
haydutla sevgilisinin bilezikli ince kollarıyla ve yüzüklü parmaklarıyla
birbirlerine sarılarak ön koltukta öpüşen iskeletlerini göreceğim. Yalnız iç
içe geçen çene kemikleri değil, kafatasları da ölümsüz bir öpüşle birbirine
kaynaşmış olacak.
O zaman, kibritimi bir daha
yakmadan gerisin geriye şehrin ışıklarına dönerken, felaket anlarında ölümü
karşılamanın en mutlu yolunun bu olduğunu düşünerek uzak bir sevgiliye acıyla
sesleneceğim: Canım, güzelim, kederlim, felaketler zamanı gelip çattı, gel
bana, nerede olursan ol gel, ister sigara dumanıyla dolu bir yazıhanede, ister
çamaşır kokan bir evin soğanlı mutfağında, ister dağınık mavi bir yatak
odasında, nerede olursan ol, vakit tamam, gel bana; yaklaşan korkunç felaketi
unutmak için perdeleri çekili yarı karanlık bir odanın sessizliğinde bütün
gücümüzle birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı geldi artık.
Kara
Kitap
İkinci
Bölüm
Sayfa
20-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder