23 Mart 2012 Cuma

ÇOCUK OYUNU: KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ



KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ
ÇOCUK OYUNU
TEK PERDE
Yazan: Kıvanç Nalça



KİŞİLER
( Sahneye çıkış sırasıyla; )
ANLATICI –ÖĞRETMEN- OSMAN HAMDİ : Otuzlu yaşlarda
ONUR : Dokuz yaşında
DURU : Dokuz yaşında
EMRE : Dokuz yaşında
BURAK : Dokuz yaşında
SELİN : Dokuz yaşında
( Not: Bu oyun baştan sona bir tiyatro sahnesinde sergilenebileceği gibi, aynı
zamanda birkaç küçük dekor parçası ve aksesuar yardımıyla herhangi bir çocuk
oyun parkında da meydan sahne yöntemiyle sahnelenebilir. Örnek olarak sahnenin
bir bölümü derslik olarak kullanılacağı zaman tahterevalliler, altlarına birer
destek koyularak sıraya dönüştürülebilir. Yazı tahtası ve yağlıboya tablolar içi boş
ya da şeffaf çerçevelerle yansılanabilir. )
( Ayrıca “Kaplumbağa Terbiyecisi”, konu içerik ve kurgu anlamında İstanbul
Arkeoloji Müzeleri’nde ve Pera Müzesi’nde özel gösterimlerle sahnelenebilecek
bir yapıda yazılmıştır.)



1. SAHNE
( Sahnenin tamamı çevresinde ağaçlar olan bir çocuk oyun parkıdır. Sahnenin tam
ortasında, sol tarafındaki merdivenle çıkılan, sağ tarafındaki helezonik kaydırakla
inilen kule biçiminde bir park oyuncağı vardır. Sahnenin solunda arka arkaya
duran iki tahterevalli, sağındaysa iki salıncak bulunmaktadır. Sahnenin önünde
yeşilliklerle çevrili bir kum havuzu da görünmektedir. Park, sahnenin başında
boştur. Anlatıcı sahneye girer, seyircilere; )
ANLATICI: Merhaba. Hepiniz oyunumuza hoş geldiniz. Şu gördüğünüz bina
bizim okulumuz. Burası da okulumuzun sahnesi ( oyun parkı). Önce kendimi size
tanıtayım. Ben, bu gördüğünüz okulun sınıf öğretmenlerinden biriyim.
Oyunumuzun adı da “Kaplumbağa Terbiyecisi”. Bir başka deyişle, kaplumbağa
eğiticisi... Hatta şöyle de diyebiliriz; Kaplumbağa öğretmeni… Aslında bazen
düşünüyorum da, bir öğretmen olarak karşımda bir sınıf dolusu öğrenci yerine bir
sınıf dolusu kaplumbağa olsaydı, nasıl olurdu diye… Düşünsenize, kaplumbağalar
hiçbir zaman gürültü yapmazlar… Birbirleriyle itişip kakışmazlar… Bağırıp
çağırmazlar. Sonra, oradan oraya zıplamazlar. Sağa sola çarpıp bir yerlerini
yaralamazlar. Pabuç gibi dilleriyle sürekli size karşılık vermezler. Ya da ne
bileyim, arkadaşlarının saçını çekmezler herhalde. Arkadaşlarıyla kavga etmezler,
öyle değil mi? Bazen kendi kendime diyorum ki, karşımda otuz tane haylaz
olacağına, otuz tane kaplumbağa olsaydı işim ne kadar kolay ve ne kadar rahat
olurdu… İnanın sizin gibi çocuklarla uğraşmak büyük dert. Tamam, neyse. Lafı
fazla uzatmayayım. Benim sınıfımda da dört tane kaplumbağa var. Ama ne
kaplumbağalar… Bildiğiniz gibi değil. İnanmıyor musunuz? İzleyin bakın.
Görünce siz de bana hak vereceksiniz.
(Anlatıcı sahneyi terk eder.)

( Kısa bir süre sonra Onur sahneye girer, çevresine merakla bakınır. Elinde bir
kova ve bir kürek vardır. Sahnenin önündeki yeşilliklerle çevrili kum havuzuna
kovasıyla küreğini bırakır. Ardından sağ taraftaki salıncaklara doğru yürür ve
salıncaklardan birine oturur. Kendi kendine, biraz çekingen, biraz mahçup
sallanmaya başlar. )
( Birden bire; Duru, Emre, Burak ve Selin koşarak ve bağırıp çağırarak gürültüyle
sahneye girerler. Sahnenin tam ortasındaki park oyuncağına tırmanırlar. Dördünün
de yüzlerinde Ninja kaplumbağa maskeleri, ellerinde de uzunlu kısalı sopalar
vardır. Duru’nun alnında mor, Emre’nin mavi, Burak’ın portakal rengi, Selin’inse
kırmızı birer bez bağlıdır.)
DURU: Sonunda kuleyi ele geçirdik!
EMRE: Evet, bu bizim kulemiz artık!
BURAK: Bütün kötüler korksun bizden! Tamam, artık oyunumuza başlayabiliriz…
SELİN : ( Onur’a şüpheyle bakarak;) Durun bir dakika…
DURU: Yine ne oldu Rahael?
EMRE: Evet… Oyunun en güzel yerinde yine başladın işte…
BURAK: ( Helezonik kaydıraktan neşeyle kayarken;) İşte başlıyoruz!
(Duru ve Emre’de onu takip edip kayaktan kayarlar. Burak hızla merdivenleri
tırmanıp bir kere daha kayaktan kayarken; )
DURU: (Emre’ye;) Haydi tahterevalliye binelim…

(Duru ve Emre karşılıklı tahterevalliye binerler. Burak koşarak merdivenlerden
çıkıp tekrar kayaktan kayar. Selin Onur’a şüpheyle bakmaya devam etmektedir.
Duru, Emre ve Burak oynamayı sürdürürlerken Selin ve Onur göz göze gelirler.
Onur bu maskeli çocukları merakla seyrediyordur. Duru, Emre’yle birlikte
tahterevallideyken bir an Selin’in şüpheyle Onur’a doğru baktığını fark eder. Duru
da Onur’a aynı şekilde bakmaya başlar. Aşağıdayken birden bire tahterevalliden
kalkar. Emre, dengesi aniden bozulan oyuncaktan komik bir biçimde yere düşer.
Emre de Selin’in ve Duru’nun baktığı yöne bakar. O da Onur’u fark eder. Selin
kuleden iner. Selin, Duru ve Emre sopalarını sımsıkı kavrayıp tehditkâr ve
kendilerinden emin bir biçimde Onur’a bakmaya başlarlar. Burak hala olup bitenin
farkına varmış değildir. Durmaksızın neşeyle merdivenden çıkıp kayaktan
kaymaya devam etmektedir. Duru, Emre ve Selin ellerindeki sopalarını sımsıkı
kavrayarak tehditkâr bir biçimde hiç kımıldamadan Onur’a bakmaya başlarlar.
Onur kendi halinde salıncakta sallanmaya devam etmektedir. Burak’sa hala diğer
üç arkadaşının yaptıklarından habersiz neşe içinde kayaktan kaymaktadır. )
DURU: ( Burak’a otoriter bir biçimde;) Mikelanjelo!
BURAK: Efendim?
DURU: ( Onur’u işaret ederek; ) Gel…
( Burak kayaktan kaydıktan sonra merakla Duru’ya bakar. Diğerlerinin de büyük
bir ciddiyetle ellerinde sopalarıyla Onur’a baktıklarını fark eder. Koşup kaymaya
başlamadan önce yere bıraktığı sopasını eline alıp diğerlerinin yanında yine onlar
gibi bir tavırla yerini alır.)
BURAK: Geldim…
DURU: (Tehditkâr bir tavır ve ses tonuyla Onur’a; ) Hey yabancı… Seni buralarda
ilk defa görüyoruz…
EMRE: Evet yabancı, ilk defa görüyoruz seni…

SELİN : Yabancı…
BURAK: ( Gülerek;) Seni yabancı seni…
( Diğerleri ciddi bir biçimde Burak’a bakar. Burak gülmeyi bırakır, diğerlerini
taklit ederek ciddi bir tavır takınır.)
ONUR: Evet, beni ilk defa görmeniz çok normal. Çünkü biz yeni taşındık bu
mahalleye…
DURU: Demek yeni taşındınız…
EMRE: Yeni taşındınız demek…
SELİN : Demek taşındınız…
BURAK: ( Cana yakın ve neşeli bir tavırla Onur’u kucaklamak için kollarını iki yana
açar; ) Oooo… Demek yeni taşındınız? Hoş geldiniz mahallemize!
( Duru, Emre ve Selin aynı anda dönüp sert bir biçimde bakarlar Burak’a. Burak da bunun
üzerine diğerleri gibi ciddi bir tavır takınır. )
BURAK: ( Ne söyleyeceğine karar veremez. Biraz düşünür ve; )
Niye taşındınız peki?
(Diğerleri onaylayıcı bir biçimde bakarlar Burak’a; )
ONUR: Babamın tayini çıktı İstanbul’a, biz de taşındık.
DURU: Söyle bakalım, nereden geliyorsun?
ONUR: Darıca’dan…

EMRE: Neresi bu Darıca?
ONUR: Kocaeli… İzmit yani. Çok yakın İstanbul’a…
SELİN: Biliyorum ben İzmit’i. Gidip gelirken hep pişmaniye alıyoruz…
BURAK: Ben bayılırım pişmaniyeye…
DURU: Söyle bakalım, kaç yaşındasın?
ONUR: Dokuz… Siz?
DURU: Biz de dokuz yaşındayız. Hem hepimiz aynı sınıftayız.
EMRE: Evet, hepimiz aynı sınıftayız. Hepimiz Mimar Sinan İlköğretim okulunda(
Okulun adı sahnelendiği okulun adı şeklinde söylenecektir.) okuyoruz ve hepimiz
dördüncü sınıfa geçtik.
ONUR: Ressam Osman Hamdi Bey ilköğretim okulunda okuyordum Darıca’da…
Ben de dördüncü sınıfa geçtim bu sene. Annemle babam da dün Mimar Sinan İlköğretim
okuluna yaptırdı kaydımı…
BURAK: A, ne güzel… Belki de bizim sınıfa gelirsin!
( Duru, Emre ve Selin yine aynı anda dönüp sert bir biçimde bakarlar Burak’a.
Burak da bunun üzerine yine diğerleri gibi ciddi bir tavır takınır. )
SELİN: İki tane dördüncü sınıf var bizim okulda. Belki bizim sınıfa gelmezsin.
ONUR: Belki…
SELİN: Şimdi beni iyi dinle… Bu park, bizim. Anladın mı?
ONUR: Siz kimsiniz? Daha tanışmadık ya, onun için soruyorum.

BURAK: Benim adım Burak.
SELİN: (Uyarır gibi;) Mikelanjelo! Biz, Ninja Kaplumbağalar Çetesiyiz… Bizi
burada herkes tanır, anladın mı?
ONUR: ( Burak’a;) Senin adın Mikelanjelo mu?
BURAK: Oyunda öyle…
DURU: Ben, Donatello’yum. ( Emre’yi işaret ederek;) Bu, Leonardo… (Selin’i
işaret ederek;) Bu, Raphael… (Burak’ı işaret ederek;) Bu da Mikelanjelo… Biz Ninja
Kaplumbağalar Çetesiyiz…
ONUR: Harika! Ben de size katılabilir miyim?
EMRE: Olmaz… Ninja Kaplumbağalar Çetesi, dört kişiliktir. Eh, biz de dört kişi
olduğumuza göre, sana bu çetede yer yok ne yazık ki…
ONUR: Ben de sizinle oynamak istiyorum ama…
SELİN: O zaman sen, kötü adam olacaksın.
ONUR: Ama ben kötü adam olmak istemiyorum.
DURU: Kötü adam olacaksın. Başka çare yok. Çünkü sen sonradan geldin.
EMRE: Evet, sonradan geldin.
BURAK: Doğru, en son sen geldin.
ONUR: (Salıncağı durdurur;) Tamam, bu seferlik kötü adam ben olayım. Söyleyin
bakalım, nasıl başlayacağız oyuna?
(Onur’un oyunda kötü adam olmayı kabul etmesi hepsini sevindirmiştir. Dördü kafa
kafaya verirler ve kimsenin duymayacağı bir biçimde fısıldaşırlar. Konuşmaları bitince;)

DURU: Sen, bu kuleye çıkacaksın ve bağıracaksın; “Heeey! Parkı sonunda ele
geçirdim! Bütün ağaçları keseceğim! Bütün oyuncakları kıracağım, hepsini bozacağın!”
diye. Anlaştık mı?
ONUR: Anlaştık. Peki, siz ne yapacaksınız sonra?
DURU: Seni döveceğiz. Parkımızı kurtaracağız.
ONUR: Şakadan ama değil mi?
DURU: Şakadan tabii…
EMRE: Şakadan, şakadan…
BURAK: Tabii canım, oyun bu…
ONUR: Tamam o zaman. Haydi başlayalım.
DURU: Tamam. ( Diğerlerine işaret eder, dört çocuk da koşarak sahneyi farklı
yönlerden terk ederler. )
DURU: ( Sahne dışından Onur’a seslenir;) Kuleye çık! Kuleye çık!
EMRE: ( Sahne dışından Onur’a seslenir;) Haydi çık kuleye!
(Onur, kendisine söyleneni yapar, merdivenden park oyuncağının ortasındaki kuleye çıkar
ve bekler.)
DURU: ( Sahne dışından Onur’a seslenir;) Demin sana söylediğimiz gibi bağır
şimdi!
ONUR: ( Sahne dışında Duru’ya başıyla tamam işareti yapıp;) “Heeey! Parkı
sonunda ele geçirdim! Bütün ağaçları keseceğim! Bütün oyuncakları bozacağın!”
DURU: Defol buradan! Bu park bizim!

SELİN: Bizim bu park!
EMRE: Defol!
BURAK: Hey, bizim parkımız bu!
(Onur’un bu sözünün hemen ardından dört çocuk ellerindeki sopalarını sallayarak çığlık
çığlığa sahneye girerler, park oyuncağının merdivenlerinden tırmanırlar ve Onur’u ite
kaka helezonik kayaktan aşağı yuvarlarlar. Onur bu oyundan hoşlanmamıştır. Suratını
asıp tekrar sahne başında oturduğu salıncağa gider.)
DURU: Çok güzeldi…
EMRE: Evet, bence de çok güzeldi.
SELİN: Harikaydı…
BURAK: Şahaneydi… Haydi, bir daha! Bir daha!
DURU: ( Onur’a;) Sen de beğendin mi oyunumuzu?
ONUR: Hayır, ben hiç beğenmedin bu oyunu.
BURAK: Neden?
ONUR: Hiç güzel bir oyun değil çünkü. Hele bu oyunda kötü adam olmak hiç de
zevkli değil.
EMRE: Sen de hemen mızıkçılık yapıyorsun.
SELİN: Aman, boş verin arkadaşlar. Biz de yine kendi aramızda oynarız.
BURAK: Tabii canım. Her zamanki gibi dördümüz oynarız biz de.

DURU: ( Diğer üçüne dönüp alçak sesle;) Saçmalamayın… Kötü adam olmadan
oyunun tadı çıkmıyor. Anlayacağınız ona ihtiyacımız var. ( Onur’a;) Bu sefer sana biraz
sert davrandık galiba… Gel istersen başka bir oyun oynayalım…
ONUR: Bir kere ben bu oyunu bilmiyorum. Kim bu Ninja Kaplumbağalar?
DURU: (Hayretle;) Sen Ninja Kaplumbağaları bilmiyor musun?
SELİN: Şuna da bakın! Daha Ninja Kaplumbağaları bilmiyor!
EMRE: Yok canım, şaka yapıyor herhalde…
BURAK: Evet, evet, şaka yapıyor. Ninja Kaplumbağaları bütün çocuklar bilir.
ONUR: Ben bilmiyorum işte. Birkaç kere televizyonda görmüştüm ama pek
hoşuma gitmedi. Ben de kanalı değiştirdim.
BURAK: Keşke televizyonda bütün gün Ninja Kaplumbağalar olsa… Ben akşama
kadar seyrederdim.
EMRE: Ben, bütün gece seyrederdim.
SELİN: Ben, sabaha kadar seyrederdim.
ONUR: Tamam canım, seyretmedim işte… Siz anlatın da öğreneyim.
DURU: Ben sana hikâyenin nasıl başladığını anlatayım istersen. Bak şimdi önce bir
fare var.
BURAK: Ninja Kaplumbağaların ustası Fare…
ONUR: Fare mi?
DURU: Ama öyle bildiğin bir fare değil. Yer altında, lağımlarda falan gezerken
böyle nükleer, radyoaktif atıklar buluyor ve birden bire dönüşüm geçiriyor.

ONUR: Zehirleniyor mu yani?
DURU: Hayır. Olağanüstü güçleri oluyor…
ONUR: Ne güzel işte… Demek bu oyun beş kişilikmiş. Ben de Ninja
Kaplumbağaların ustası o Fare olayım. Ne dersiniz?
( Dördü birden kahkahayı basarlar;)
ONUR: Niye gülüyorsunuz?
( Burak oyuncak nançukasını savurur.)
BURAK: Sen mi bana nançuka kullanmayı öğreteceksin?
SELİN: (Uyarır gibi;) Mikelanjelo! Bir kere o Fare’nin adı Kıymık ve Kıymık
Kaplumbağaların öğretmeni. Eskiden o evcil bir fareymiş. Sahibi de bir karate ustasıymış.
Kıymık kafesinde ustasını seyrede seyrede öğrenmiş bütün uzak doğu sporlarını.
DURU: Ustası ölünce lağımlarda etkileniyor o radyoaktif maddelerden. Sonra dört
yavru kaplumbağayı buluyor. Sonra o yavru kaplumbağalar da o radyoaktif maddelerden
etkileniyorlar.
BURAK: Kaplumbağalar çok güçleniyorlar.
ONUR: Ama kaplumbağalar dünyanın en yavaş hayvanlarıdır.
DURU: İşte bunlar hem çok güçleniyorlar, hem de çok hızlanıyorlar. O fare de
kaplumbağaların ustası oluyor.
EMRE: Kaplumbağalara karate yapmayı öğretiyor.
ONUR: Tamam. Hepsini anladım. Güzel bir hikâye… Ama siz sadece dört Ninja
kaplumbağasınız ve bir ustanız, bir öğretmeniz yok.
( Dördü sanki Onur’a hak vermiş gibi suskun bir biçimde birbirlerine bakınırlar;)

ONUR: Kendi kendinize karate yapmayı da o elinizdeki garip silahları kullanmayı
da öğrenemezsiniz. Mesela sen, Mikelanjelo… Filmlerde gördüğüm kadarıyla Ninjalar
çok yüksek yerlerden atlayabilir, öyle değil mi?
BURAK: Tabii ki…
ONUR: O zaman çık bakalım şu kuleye sonra da atla aşağı da görelim.
BURAK: Ama orası çok yüksek…
ONUR: Eğitimli bir Ninja oradan bile atlayabilir. Eğer gerçek bir öğretmeniniz
olsa, siz de gerçek Ninjaların yaptıklarını yapabilirdiniz. Ama bir öğretmeniniz yok.
( Sahnenin önünde yeşilliklerle çevrili kum havuzuna doğru gider. Kum havuzuna daha
önce bıraktığı küreğini ve kovasını alıp kendi kendine oynamaya başlar. )
ONUR: Sizin sıkıcı oyununuza katılamayacağım. Ben kumdan bir kale yapacağım.
Zaten kovamla küreğimi getirmiştim.
DURU: Bir kere biz gerçek Ninja değiliz. Kaplumbağa da değiliz. Oyun oynuyoruz
biz. Oyun oynarken de bazı şeyler eksik olabilir. Oyunda bir şeyler eksikse biz de öyle
değilmiş gibi hayal ederiz, olur biter.
ONUR: Tamam işte ben de öyle yapacağım.
DURU: ( Diğerlerine;) Haydi çocuklar biz oyunumuza devam edelim. Bütün
Ninjalar kuleye!
(Dördü merdivenlerden koşarak çığlık çığlığa kuleye tırmanırlar. Bu arada Onur da
kovasına küreğiyle kum doldurmaya başlamıştır. Kısa bir süre sonra Onur, kum
havuzunun hemen önünde, karşısındaki yeşillikler arasında bir kıpırtı fark eder. Kovasını
ve küreğini bırakıp ayağa kalkar, yeşilliklere doğru ilerleyip çimenlerin arasına dikkatle
bakmaya başlar.)
ONUR: (Yüksek sesle;) Kaplumbağalar!

BURAK: Ne var?
ONUR: Kaplumbağalar!
SELİN: Sana, “ Ne var?” dedik.
DURU: Ne o? Tek başına oynamaktan sıkıldın galiba?
EMRE: Sıkılır tabii. Parkta tek başına oynanır mı?
ONUR: Bu parkta sizden başka kaplumbağalar da var. Gelip bakın isterseniz.
DURU: Şaka mı yapıyorsun sen?
ONUR: ( Parmağıyla sayarak;) Bir… İki… Üç… Dört… Hıh, burada da bir tane
var, etti beş… Tam beş tane kaplumbağa…
BURAK: Orada dur bakalım. Biz dört Ninja Kaplumbağa’yız ve seni aramıza
almadık.
EMRE: Evet, biz dört kişiyiz.
SELİN: Sen Kaplumbağa değilsin.
(Onur yeşilliklerin arasındaki beş kaplumbağadan birini dikkatle iki eliyle kavrayıp
dördüne doğru tutar. Sesini değiştirerek, kaplumbağanın ağzından konuşuyor gibi;)
ONUR: Ben gerçek bir kaplumbağayım…
( Oyun parkındaki kulenin üzerinde duran Duru, Selin, Burak ve Emre bir an şaşkınlıktan
donakalırlar. Sonra hep beraber koşarak Onur’un yanına gelirler ve elindeki
kaplumbağaya sessizce ve hayretle bakarlar. Kaplumbağa başını ve ayaklarını kabuğunun
içine çekmiştir.)
EMRE: Gerçek bir kaplumbağa…

BURAK: Korkmuyor musun eline almaktan?
ONUR: Niye korkayım ki?
SELİN: Ya elini ısırırsa?
DURU: Ya parmağını koparırsa?
EMRE: Ya kolunu koparırsa?
ONUR: Hiçbir şey yapmaz… Korkmayın.
SELİN: Nereden biliyorsun?
ONUR: Kaplumbağaların sadece yaprak, ot filan yediğini herkes bilir.
(Çocuklar birbirlerine bakarlar,)
ONUR: Bakın, çimenlerin arasında dört tane daha kaplumbağa var…
(Çocuklar merakla çimenlerin arasına bakarlar;)
BURAK: Evet, evet! Bir tanesi burada!
SELİN: Biri de burada!
EMRE: Ben de bir tane gördüm!
DURU: Bir tane de burada var… Demek parkımızda gerçek kaplumbağalar
yaşıyormuş ve biz hiç fark etmemişiz.
ONUR: Demek ki etrafınıza pek de dikkatli bakmıyorsunuz, Ninja
Kaplumbağalar…
BURAK: Ben de şu kaplumbağayı elime almak istiyorum. Isırmaz değil mi?

ONUR: Korkma ısırmaz. Ama lütfen nazik ol. Çok yumuşak tut ellerinle. Ona zarar
vermemeye çok dikkat et.
BURAK: Tamam… ( Burak ağır hareketlerle kaplumbağalardan birine uzanır ve onu
ellerine alır.) Çok güzel… Artık bu benim kaplumbağam! Yaşasın!
EMRE: Ben de bunu elime almak istiyorum. Nasıl tutacağım?
ONUR: Böyle… Ama çok yumuşak…
EMRE: Peki… ( Emre de kaplumbağalardan birini dikkatli bir biçimde ellerine alır.
Sevinçle;) Şahane!
SELİN: Ben de! Ben de!
ONUR: Olur. Sen de şuradakini al istersen…
SELİN: ( Çimenlerin arasındaki kaplumbağalardan birine uzanır ve onu dikkatle
ellerine alır.) Harikaymış!
ONUR: (Duru’ya;) Bak, şurada bir tane daha var. İstersen sen de onu al.
DURU: Gördüm. Çok tatlı bir şey…
ONUR: Al haydi, korkma…
DURU: Tamam… ( Duru çimenlerin arasındaki son kaplumbağayı dikkatle iki
eliyle kavrayıp kaldırır.)
SELİN: Ne güzel… Artık hepimizin birer kaplumbağası var.
ONUR: İnsan bir canlının sahibi olamaz bence. Hepimizin birer kaplumbağa
arkadaşı var, diyelim.
EMRE: (Kaplumbağaya;) Merhaba arkadaşım, nasılsın?
DURU: Ben hep babam bir köpek alsın istedim. Ama evimiz küçük diye annem
olmaz diyordu. Babam da köpekler çok havlar, gürültücü olur diyordu. Ama onlar da evde
bir kaplumbağa olmasına sevinecek.
SELİN: Ben de hep kedi istiyordum bizimkilerden… Annem tüy döker diye izin
vermiyordu. Ama kaplumbağanın tüyü olmadığına göre bizimkiler de severler herhalde
yeni arkadaşımı…
BURAK: Arkadaşlar, yeni arkadaşlarımıza birer isim vermemiz gerek, öyle değil mi?
Ben arkadaşıma Mikelanjelo adını vereceğim… Mikelanjelo? Nasılsın?
DURU: Bence bu çok iyi bir fikir… Hepimiz kaplumbağa arkadaşlarımıza Ninja
kaplumbağalar oyunumuzdaki isimleri verelim. ( Kaplumbağasına;) Merhaba Donatello!
EMRE: ( Kaplumbağasına;) Merhaba Leonardo!
SELİN: ( Kaplumbağasına;) Merhaba Raphael!
BURAK: ( Burak’a;) İyi de, senin kaplumbağa arkadaşının adı ne olacak?
EMRE: Evet, ne olacak?
ONUR: ( Kısa bir süre düşünür;) Herhalde kaplumbağa arkadaşlarımız ya
kardeştirler birbirleriyle ya da arkadaştırlar.
DURU: Doğru. Bizimkilerle uyumlu olmalı senin kaplumbağa arkadaşının ismi de.
ONUR: Haklısın. Mikelanjelo… Donatello… Leonardo… Raphael… Bu dört isim
de çok ünlü ressamların, heykeltıraşların isimleri.
SELİN: Nereden biliyorsun?
DURU: Evet, nereden biliyorsun?
ONUR: Eski okulumda resim öğretmenimiz anlatmıştı sanırım. Oradan aklımda
kalmış…
BURAK: Ben bunu bilmiyordum. Bu isimleri Ninja isimleri sanıyordum.
EMRE: Ben de…
ONUR: O zaman benim kaplumbağa arkadaşımın ismi de ünlü bir ressamın ismi
olsun.
DURU: Sen başka ressam ismi biliyor musun?
ONUR: ( Birden aklına gelmiştir, heyecanla;) Tabii ki biliyorum! Size söylemiştim,
Darıca’daki okulumun adı; Ressam Osman Hamdi Bey ilköğretim okuluydu. Osman
Hamdi Bey ismi bir kaplumbağa için biraz uzun olur. O zaman benim kaplumbağa
arkadaşımın ismi de, Hamdi Bey olsun…
BURAK: Peki o ünlü bir ressam mı?
ONUR: Hem de çok ünlüymüş…
BURAK: Tamam o zaman… Merhaba Hamdi Bey…
EMRE: Merhaba Hamdi Bey…
SELİN: Hamdi Bey, merhaba…
DURU: Bence çok güzel oldu. Mikelanjelo… Donatello… Leonardo… Raphael ve
Hamdi Bey…
EMRE: Güzel oldu.
SELİN: Bence de…
BURAK: İyi de arkadaşlar, hava kararıyor. Artık evlere gitmemiz gerek.
SELİN: Doğru, annem beni merak eder.
DURU: Hem yarın okulun ilk günü.
ONUR: Kaplumbağa arkadaşlarımızı da evlerimize götürüyoruz öyle değil mi?
SELİN: Ben Raphael’den hayatta ayrılmam.
BURAK: Ben de Mikelanjelo’dan.
EMRE: Annem Leonardo’ya bayılacak!
DURU: Tamam eve götürelim ama onları nasıl besleyeceğiz?
ONUR: Marul maydanoz filan verelim bu gecelik onlara. Ama hepimiz akşamleyin
evde ansiklopedilere, kitaplara, internete filan bakıp araştıralım. Kaplumbağa
arkadaşlarımızla ilgi bilgiler toplayalım.
BURAK: ( Koşarak sahneyi terk ederken;) Tamam, ben gidiyorum!
EMRE: ( Koşarak sahneyi terk ederken;) Biz de gidiyoruz! Hoşçakalın!
SELİN: ( Koşarak sahneyi terk ederken;) Yarın görüşürüz!
DURU: ( Koşarak sahneyi terk ederken;) Hoşça kal! (Bir an duraklayıp Onur’a;)
Onur, yarın sen de bizim okula geleceksin değil mi?
ONUR: Evet.
DURU: Belki de bizim sınıfa gelirsin. ( Koşarak sahneyi terk eder.)

ARA OYUN
( Ara oyunda çocuklar sözsüz bir oyun oynarlar. Çocuklar sırayla eve gittiklerinde parkta
buldukları kaplumbağaları ailelerine göstermelerini yansılarlar. Çocuklardan biri kendi
rolünü oynarken, diğer iki çocuk küçük kostüm ve aksesuar değişimiyle o çocuğun anne
ve babasını yansılarlar. Sahnenin farklı noktaları Onurların, Duruların, Emrelerin,
Burakların ve Selinlerin evleri olarak belirlenir.)
( Sahnenin sol arka tarafı lokal olarak aydınlatılır. Onur elinde kaplumbağa arkadaşıyla
kapıyı çalar. Ev olarak belirlenen noktada, Duru annesi Emre de babası rolündedirler.
Onur kaplumbağayı nasıl bulduğunu sözsüz oyunla yansılar. Annesi ve babası çok
sevinirler ve kaplumbağaya ilgi gösterirler. Sırayla bütün çocukların evleri ve anne
babalarının kaplumbağalara tepkileri sahnenin farklı noktalarında yansılanır.)
ANLATICI: ( Çocukların sözsüz oyunları sürerken sahneye çıkar, sahne önüne doğru
ilerler, seyircilere;) İşte böyle…
Bizim kaplumbağaların artık birer kaplumbağa arkadaşı var… Gördüğünüz gibi anne
babaları da ailelerine bir kaplumbağa katılmasından dolayı fazlasıyla memnunlar.
Düşünsenize, bir çocuk, parkta bulduğu bir kediyi ya da köpeği eve getirdiğinde kimi
anne babalar bu durumu hoş karşılamayabilir. Ama herhalde sessiz sakin bir kaplumbağa
kimseyi rahatsız etmez… Oyunumuzun başında da söylemiştim size; kaplumbağalar
sessiz, sakin hayvanlardır. Siz ne dersiniz? Lafı fazla uzatmayalım. Bizimkiler, Onur,
Duru, Emre, Burak ve Selin kaplumbağa arkadaşlarını evlerine götürüp anne babalarıyla
tanıştırdıktan ve kaplumbağa beslemek için onlardan onay aldıktan sonra, evlerinde birer
köşe hazırladılar… Tabii ki kaplumbağa arkadaşları için. Sonra da bütün akşam boyunca
kitapları, ansiklopedileri karıştırdılar. İnternette kaplumbağalarla ilgili ulaşabildikleri
bütün bilgileri topladılar. Kaplumbağalar ne yerler, ne içerler? Sıcaktan mı soğuktan mı
hoşlanırlar? Kaplumbağalar hakkında her şeyi öğrenmeliydiler. Tabii ki yeni dostlarına,
kaplumbağa arkadaşlarına daha iyi bakabilmek için… Peki, kaplumbağalarını eğitebilirler
miydi? Kediler, köpekler, maymunlar, papağanlar hatta yunus balıkları eğitilebiliyordu.
Ya kaplumbağalar? Onur bilgisayarının başındaydı.
( Çocukların sözsüz oyunu sona ermiştir. Sahnenin bir köşesi Onur’un evindeki odasıdır
şimdi. Bu bölüm lokal ışıkla aydınlatılır. Onur bilgisayarının başındadır.)
ANLATICI: Onur, internette bir arama motoruna girdi ve şöyle yazdı; “Kaplumbağa
eğitimi”… Ekranda bir resim belirdi… Osman Hamdi Bey’in “Kaplumbağa Terbiyecisi”
isimli resmi…
( Sahnenin arkasında projeksiyonla Osman Hamdi Bey’in “Kaplumbağa Terbiyecisi” adlı
resmi verilir. Onur’u aydınlatan ışık söner. Anlatıcı kulisten bir resim sehpası, içinde
boyaların, paletin ve fırçaların bulunduğu bir çanta alıp gelir ve sahnenin önüne resim
sehpasını yerleştirir. Resim sehpasının üzerine içi boş yani bakıldığında arkası görülebilen
bir çerçeve koyar. )
ANLATICI: ( Bir meddah tavrıyla anlatmaya başlar;) Şimdi size bir hikâye
anlatacağım… Yaşlı ressam Wang-Fo ve çırağının hikâyesi… Wang-Fo, Çin’in en büyük
ressamıydı ama yine de yoksuldu. Çünkü o resimlerini bir tas çorbayla takas ederdi ve
gümüş paraları önemsemez, küçümserdi. Onun yaptığı resimlerdeki nesneleri kimse
gerçeğinden ayırt edemezdi. Ama artık iyice yaşlanmıştı Wang-Fo… Gözleri eskisi kadar
iyi görmemeye başlamış.
(Anlatıcı Wang-Fo’yu taklit eder;)
Günlerden bir gün Wang-Fo yine evinde güzel bir çiçeğin resmini yapıyormuş…
Masmavi bir çiçeğin… Tam resmini tamamlayacakmış ki evinin kapısı gürültüyle
çalınmaya başlamış…
( Tahta resim sehpasına vurup kapı sesi çıkartır;)
Fakat Wang-Fo o gün kimseyi beklemiyormuş. Çırağına kapıya bakmasını söylemiş.
Çırağı kapıyı açtığında bir de ne görsün? Tepeden tırnağa silahlı bir sürü asker…
İmparatorun askerler. Askerler hiçbir şey söylemeden eve girmişler ve Wang-Fo’nun ve
çırağının ellerini ve gözlerini bağlamışlar. Sonra da ikisini de alıp bilinmeyen bir yere
götürmüşler. Burası İmparatorluk sarayıymış. Askerler, Wang-Fo’yu ve çırağını bir sürü
büyük kapıdan geçirip imparatorun taht salonuna getirmişler. Sonunda gözlerini açmışlar
Wang-Fo’nun… İmparator tam karşılarında muhteşem tahtında oturuyormuş. Kısa bir
süre kimse konuşmamış. İlk sözler Wang-Fo’nun dudaklarından dökülmüş;
Gökler Ejderhası… Demiş Wang-Fo. Yaşlıyım. Yoksulum. Zayıfım. sen yaz gibisin, ben
kış gibi. Senin on bin hayatın var, benim ise tek bir hayatım. Ne yaptım sana? Bak, sana
hiç kötülük yapmamış şu ellerimi bağladılar.
—Bana ne yaptığını mı soruyorsun? Demiş İmparator. Babamın, sarayın gizli bir
odasında senin resimlerinden oluşan bir koleksiyonu vardı. İşte ben o odada senin
resimlerine bakarak eğitildim Wang-Fo. On yıla yakın bir süre, her gece baktım
resimlerine. Resimlerinde ülkemde olan her şey vardı. Ben her şeyi senin resimlerinden
öğrendim. Sonra bir gün, hayatımda ilk kez sarayımdan dışarı çıktım. İmparatorluğumun
dört bir yanını dolaştım. Bu benim en büyük hayal kırıklılığımdı. Çünkü ne ateş böcekleri,
ne çiçekler, ne dereler, ne göller, ne dağlar, ne ağaçlar, ne insanlar, ne bebekler, ne
kuzular ne de kaplumbağalar… Hiçbiri senin resimlerindeki kadar güzel değildi. Bana
yalan söyledin Wang-Fo, koca sahtekâr! Gerçek olmayan güzelliklerle beni ve herkesi
kandırdın. Bu yüzden seni ölümle cezalandıracağım. Bundan böyle kimseyi
kandıramayasın diye! Ama son olarak tamamlanmamış yarım kalmış bir resmini
tamamlamanı emrediyorum sana…
Görevliler büyük bir resmi salona getirmişler.
( Anlatıcı kulisten büyük, içi boş, bakıldığında arkası görülen bir çerçeve getirir ve
sahnenin tam ortasına yerleştirir. Projeksiyonla çerçevenin arkasındaki düz zemine göğün
ve denizin tasvir edildiği bir resim yansıtılır.)
İşte demiş İmparator. Yarım kalan bu tablonu tamamlayacaksın. Bir deniz manzarası bu…
Bu resmi tamamladıktan sonra seni idam ettireceğim. Görevliler Wang-Fo’ya boyalar ve

fırçalar getirmişler ve ihtiyar ressam çaresiz resmini tamamlamaya koyulmuş. Önce deniz
kıyısına bir sandal resmi çizmiş.
( Projeksiyondaki görüntüye bir sandal resmi eklenir;)
Herkes merakla ona bakıyormuş. Bu gerçekten çok güzel bir sandalmış. Sonra çırağını
elinden tutup yanına çekmiş.
( Anlatıcı bir adım atıp çerçevenin içine girer ve sandal görüntüsünün bulunduğu yere
oturur ve kürek çeker gibi yapmaya başlar.)
İkisi birer adımda hemen çerçevenin üzerinden atlayıp resmin içine girivermişler.
İmparator ve saraydakiler şaşkınlıkla onlara bakıyormuş. Wang-Fo ve çırağı resmin
içindeki sandala binmişler ve kürek çekmeye koyulmuşlar… Gözlerine inanamıyormuş
oradakiler. Güzel sandal ağır ağır ilerleyip gözden kaybolmuş…
İşte böyle…
( Sahne birden bire ve bütünsel olarak kararır.)

2. SAHNE
( Sahne birinci sahnedeki çocuk oyun parkıdır. Sahnenin solunda arka arkaya duran iki
tahterevalli, tahtaları yere paralel duracak biçimde küp şeklindeki aksesuarlarla
desteklenip sabitlenmiş ve derslikteki öğrenci sıraları yansılanmıştır. Bu sıraların tam
karşısında, yazı tahtasını yansılayan büyük, dikdörtgen, içi şeffaf malzemeyle kaplı bir
çerçeve asılıdır. Sahnenin diğer bölümleri okulun bahçesini yansılamaktadır. Duru, Emre,
Burak ve Selin üzerlerinde önlükleri ve ellerinde okul çantalarıyla sınıfa girerler ve
sıralara otururlar. Kısa bir süre sonra Anlatıcı Onur’la birlikte sınıfa girer. Bu sahnede
Anlatıcı çocukların öğretmenidir. )
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Günaydın çocuklar.
HEPSİ : Günaydın öğretmenim!
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Bugün sınıfımıza yeni bir arkadaşımız katılıyor. Sizleri
onunla tanıştırmak istiyorum. Bu yeni sınıf arkadaşınız, Onur.
DURU: ( Selin’e;) Baksana… Bu bizim Onur işte!
BURAK: ( Emre’ye;) Yaşasın! Onur’u bizim sınıfa vermişler!
SELİN: Şansa bak!
EMRE: Ben tahmin etmiştim zaten…
BURAK: Tahmin etmişmiş…
EMRE: Etmiştim tabii…
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Haydi çocuklar, yeni sınıf arkadaşınız Onur’a merhaba deyin
bakalım.
HEPSİ : Merhaba Onur!

ONUR: Merhaba arkadaşlar.
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Yoksa siz birbirinizi tanıyor musunuz?
HEPSİ : Evet öğretmenim!
ONUR: Öğretmenim ben dün parkta oynarken Duru’yla, Selin’le, Burak’la ve
Emre’yle tanıştım.
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Buna sevindim.
DURU: Evet öğretmenim. Onur’lar Darıca’dan İstanbul’a taşınmışlar.
SELİN: Onur Darıca’da Ressam Osman Hamdi Bey ilköğretim okulunda
öğrenciymiş.
ÖĞRETMEN (ANLATICI): O zaman her şey yolunda. Onur, sen de arkadaşlarının
yanına geç istersen.
ONUR: Peki öğretmenim.
(Onur diğerleri gibi sıraya oturur.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI):Evet çocuklar. Şimdi size birer kâğıt vereceğim. Akşamleyin
bu kâğıtları velilerinize imzalatıp, yarın bana getireceksiniz. Alın bakalım.
(Kâğıtları çocuklara dağıtır.)
DURU: Bunlar nedir öğretmenim?
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Çocuklar yarın bütün sınıf, hep birlikte müzeye gideceğiz.
Bu kâğıtlar da velilerinizin bu müze gezisine katılmanıza izin verdiğini gösteren belgeler.
ONUR: Yaşasın! Müzeye mi gidiyoruz yani?
ÖĞRETMEN (ANLATICI):Evet Onur…

EMRE: Niye seviniyorsun anlamadım?
ONUR: Duymadın mı Emre? Yarın müzeye gidecekmişiz.
BURAK: Seni gören de lunaparka gideceğiz sanır.
EMRE: Ben müzeleri hiç sevmem.
BURAK: Ben de…
ONUR: Neden arkadaşlar?
EMRE: Bir kere babam bizi götürmüştü. Çok sıkıcı. Yüksek sesle konuşmak,
gülmek yasak.
BURAK: Sonra heykellere, resimlere dokunmak yasak… Koşmak oynamak yasak…
Her şey yasak…
EMRE: Bence müzeler çocuklara göre yerler değil. Dokuz yaşında bir çocuk
müzede çok sıkılır.
ONUR: Kimlere göre peki müzeler? Kaç yaşında kişilere göre?
EMRE: (Düşünür;) Otuz yaşındaki kişilere bence…
ONUR: Otuz mu?
EMRE: Evet, otuz… Ancak otuz yaşında biri müzede eğlenebilir.
BURAK: Doğru, bence de anne baba ya da öğretmen yaşında olmak gerek müzede
eğlenebilmek için.
ONUR: İyi ama arkadaşlar çok ilginç şeyler oluyor müzelerde. Hem yepyeni şeyler
öğreniyor insan müzelerde…
BURAK: Keşke daha eğlenceli bir yere gitseydik…

EMRE: Keşke…
( Dersin sona erdiğini bildiren zil çalar.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Evet çocuklar… Bugünlük bu kadar... Akşama size verdiğim
izin kâğıtlarını velilerinize imzalatmayı unutmayın, tamam mı?
HEPSİ : Peki öğretmenim…
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Çıkabilirsiniz…
( Çocuklar hep beraber ve aynı anda sıralarından fırlarlar ve koşarak sahneyi terk ederler.
ÖĞRETMEN (ANLATICI), sahne önüne doğru gelir. Sınıfı yansılayan bölümün ışığı
alınır. Anlatıcı lokal ışıkla aydınlatılır. Seyircilere;)
ANLATICI: İşte böyle… Bizimkiler kendilerini nasıl bir maceranın beklediğini henüz
bilmiyorlar. Onlar yarın kendilerini sıkıcı bir müze gezisinin beklediğini düşünedursunlar
biz gelelim hikâyemize… Siz de tahmin edersiniz, bizimkilerin böyle ders zili çalar
çalmaz nereye koştuklarını. Hemen evlere gidilecek, önlükler çıkarılıp sokak giysileri
giyilecek, annelerin zoruyla bir iki lokma bir şeyler atıştırılacak ve kaplumbağa arkadaşlar
alınıp hemen parka koşulacak…
( Bu arada sahne değişimi gerçekleşmiş, dekor tekrar 1. Sahne’deki çocuk oyun parkı
biçimine getirilmiştir.)
ANLATICI: İzleyelim görelim…
(Anlatıcı sahneyi terk eder. Çocuk Oyun Parkı dekoru aydınlatılır. İlk önce koşarak Emre
ve Burak sahneye girerler. Kaplumbağa arkadaşları ellerindedir. Sahnenin önündeki
yeşillik bölüme kaplumbağalarını bırakırlar.)
EMRE: İşte geldik Leonardo… Özledin mi parkımızı?
BURAK: Özlemişler baksana… Nasıl da saldırdılar çimenlere… Afiyet olsun
Mikelanjelo…

( Bu arada Duru ve Selin de ellerinde kaplumbağa arkadaşlarıyla sahneye girerler.)
DURU: ( Selin’e Emre’yle Burak’ı işarek ederek; ) Baksana şunlara, ne de çabuk
gelmişler…
BURAK: Ne sandınız? Kaplumbağa arkadaşlarımızı bir dakika bekletmeyiz biz.
Okuldan gelir gelmez hemen temiz havaya çıkartırız.
EMRE: Siz de Donatello ile Raphael’i getirin de biraz taze çimen yesinler…
SELİN: Doğru…
( Duru ve Selin de kaplumbağalarını çimenlere bırakırlar. Bu arada Onur’da kaplumbağa
arkadaşıyla birlikte sahneye girer. Elinde bilgisayar çıktılarından oluşan bir dosya da
vardır. )
ONUR: Merhaba arkadaşlar. Ne kadar da çabuk gelmişsiniz…
DURU: Burak’la Emre bizden de önce gelmişlerdi. Sen niye geciktin?
ONUR: Dün gece internette kaplumbağalarla ilgili bulduğum bilgilerin çıktısını
aldım da onun için geciktim. Birlikte okuruz diye düşünmüştüm.
SELİN: Çok iyi yapmışsın. Ama önce Hamdi Bey’i arkadaşlarının yanına bırak da
biraz temiz hava alsın.
ONUR: Doğru…
( Onur da kaplumbağa arkadaşını yeşillik alana bırakır.)
ONUR: Haydi bakalım, kaplumbağa arkadaşlarımız açık havanın tadını çıkartırken
biz de kaplumbağalarla ilgili topladığımız bilgileri birlikte okuyalım.
DURU: Bu çok iyi fikir. Haydi oturalım.
SELİN: Bence de.
BURAK: Haydi bakalım başla bulduklarını okumaya…
( Beşi yan yana yere otururlar.)
EMRE: Bana bak Onur. Benim en merak ettiğim şey, kaplumbağaları eğitmek için
ne yapmak gerektiği…
SELİN: Benim de… Mesela ben Raphael’e dans etmeyi öğretmek istiyorum…
BURAK: Dans mı? Ne saçma… Mikalengelo’nun dans ettiğini düşünemiyorum ben.
Bence o iyi bir karateci olmalı…
EMRE: Ben Leonardo’nun yunus balıkları gibi yüzmesini istiyorum…
DURU: Benim Donatello’msa önüne boyaları ve fırçaları koyduğumda komik
resimler yapabilmeli…
ONUR: Arkadaşlar, bu söylediğiniz konularla ilgili hiçbir şey bulamadım
internette…
SELİN: Ne buldun peki?
ONUR: Kaplumbağalarla ilgili çok ilginç bir bilgi buldum. Sıkı durun arkadaşlar,
söylüyorum.
DURU: Haydi ama meraklandırma bizi…
ONUR: Kaplumbağa, ya da tosbağa; Testudines takımını oluşturan çok sert ve
kemiksi bir kabuk içinde yaşayan, ağır yürüyüşlü, dört ayaklı, sürüngen bir hayvandır.
EMRE: Tosbağa mı?
ONUR: Evet. Anadolu’da kaplumbağaya tosbağa deniyormuş. Hareketleri
yönünden ne kadar telaşsız ve ağır hayvanlarsa onların tarih boyunca gelişimi de o kadar
yavaş olmuştur. Kaplumbağalar, öteki sürüngenlerle birlikte Mezozoik'in ilk dönemi olan
Trias Çağı'nda ortaya çıktılar. 200 milyon yıldan beri kaplumbağaların vücut yapıları
önemli hiçbir değişikliğe uğramamıştır.
DURU: İki yüz milyon yıl mı?
ONUR: Tam iki yüz milyon yıl… Hâlbuki kaplumbağalar, dünyada soyu henüz
tükenmemiş en eski hayvanlardandır. Açlığa pek dayanıklıdırlar. Çok uzun ömürlüdürler.
Yaşadığı çevrede sıcaklık düşmeye başlayınca hayvan iyice uyuşup kalır. Bol Güneş ışığı
alan kuru topraklarda kendine bir delik kazıp bütün kışı orada geçirmek üzere içine girer.
Günümüzde, soyunu sürdürmekte olan iki yüz elliye yakın kaplumbağa türü
bulunmaktadır. Şimdi bana en ilginç gelen şeyi okuyacağım sizlere… Kaplumbağalar,
yüz bazen de yüz elli yaşına kadar yaşarlar.
EMRE: Yüz elli yaşına kadar mı?
BURAK: Yok artık!
ONUR: ( Elindeki kâğıtları diğerlerine göstererek;) Bakın, işte burada yazıyor…
(Diğerleri kâğıtlara bakarlar;)
SELİN: Gerçekten de öyle yazıyor…
DURU: Peki bizim kaplumbağa arkadaşlarımız kaç yaşındadır sence?
ONUR: Kesin olarak bilemeyiz. Ama boylarına ve ağırlıklarına bakarsak bence
bizim kaplumbağa arkadaşlarımız yirmi beş, otuz yaşlarında olmalı…
BURAK: Otuz mu?
EMRE: Ne yani, şimdi Leonardo bizim öğretmenimizle aynı yaşta mı?
ONUR: Olabilir.
DURU: Benim annem geçen ay yirmi dokuz yaşına girdi. Yani Donatello
annemden daha mı büyük?
ONUR: Bence öyle…
EMRE: O zaman benim Leonardo’ya “Leonardo Amca” demem daha doğru olur.
SELİN: Erkek olduğunu nereden biliyorsun? Bence Raphael kız. O yüzden ben ona
Raphael teyze diyeceğim.
ONUR: Ben de akşam internette bu bilgileri bulunca Hamdi Bey’e nasıl
sesleneceğimi şaşırdım. Ama her canlının yaşam süresi birbirinden farklı oluyor. O
yüzden kaplumbağa arkadaşlarımıza en azından biraz saygı göstersek yeterli bence…
DURU: Nasıl yani?
ONUR: Bilmiyorum ama en azından onlara dans etmeyi, karate yapmayı, yüzmeyi,
resim yapmayı öğretmeye çalışmayarak mesela…
SELİN: Doğru. Düşünsenize kaplumbağa arkadaşlarımız otuz yaşındalarsa, kim
bilir neler yaşamışlar, neler görmüşlerdir.
EMRE: Ben artık Leonardo’ya öğretecek daha önemli bir şey bulmalıyım.Ama ne?
BURAK: Bence kaplumbağa arkadaşlarımızın görmemiş olabileceği bir yer vardır.
EMRE: Neresiymiş orası?
BURAK: Müze…
EMRE: Doğru. Müzeler otuz yaşındakilere göre bir yer. Bizim kaplumbağa
arkadaşlarımız da otuz yaşında olduklarına göre, onları yarın müzeye götürürsek çok
eğlenirler.
DURU: Haklısın Emre…
SELİN: Bu çok iyi fikir… Yarın kaplumbağa arkadaşlarımızı da müze gezisine
yanımızda götürelim.
BURAK: Götürelim götürmesine de, öğretmen kızabilir.
EMRE: O zaman hepimiz yarın sırt çantalarımızı yanımıza alalım. Kaplumbağa
arkadaşlarımızı çantalarımıza saklayalım.
DURU: İyi fikir... Hem çantalarımızın fermuarlarını da açık bırakırız. Böylelikle
rahat rahat hava da alırlar.
ONUR: Bence de bu çok iyi bir fikir. En azından kaplumbağa arkadaşlarımıza garip
garip şeyler yapmayı öğretmekten daha iyi bir fikir.
SELİN: Böylelikle Raphael teyzemden ayrılmamış olurum.
( Hepsi gülüşürler.)
DURU: Arkadaşlar, hava kararıyor. Haydi, artık evlerimize gidelim. Yarın erken
kalkacağız…
ONUR: Doğru…
( Hepsi kaplumbağa arkadaşlarını yanlarına alıp sahneyi terk ederken…
SELİN: Yarın görüşürüz!
BURAK: Görüşürüz!
EMRE: İyi akşamlar!
HEPSİ: İyi akşamlar!
( Sahne ağır ağır ve bütünsel olarak kararır.)

4. SAHNE
( Sahne oyun boyunca olduğu gibi yine aynı çocuk oyun parkıdır. Bu sahnede sahnenin
solunda arka arkaya duran iki tahterevalli, tahtaları yere paralel duracak biçimde küp
şeklindeki aksesuarlarla desteklenip ve sabitlenip bu kez öğrencileri müzeye götürecek
gezi otobüsü olarak kullanılacaktır. Gezi otobüsünün ön camının yerinde yine şeffaf
malzemeyle kaplı bir çerçeve bulunmaktadır. Gezi otobüsünün hemen yanında Onur,
Emre, Burak, Duru ve Selin sırt çantalarıyla beklemektedirler. Anlatıcı, bu sahnede de
öğretmen rolündedir.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Günaydın çocuklar.
HEPSİ: Günaydın öğretmenim!
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Dün size verdiğim müze gezisi izin kâğıtlarınızı anne
babalarınıza imzalattınız mı?
HEPSİ: Evet öğretmenim!
( Çocuklar kâğıtları Öğretmen’e uzatırlar. Öğretmen izin kâğıtlarını teker teker kontrol
ederek toplar.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Aferin çocuklar. Demek ki artık yola çıkabiliriz.
( Öğretmen, o an Onur, Emre, Burak, Duru ve Selin’in sırt çantalarını fark eder.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Şehir dışına gitmiyoruz. Alt tarafı iki üç saatlik bir müze
gezisi bu... Çocuklar, o koca çantaların içinde ne var öyle?
DURU: Su!
ONUR: Meyve suyu!
SELİN: Bisküvi!
BURAK: Kek!
EMRE: Fotoğraf makinesi!
DURU: Kâğıt mendil!
SELİN: Islak mendil!
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Tamam, tamam… Yeter. Sorduğuma pişman ettiniz
beni. Haydi, bakalım hepiniz gezi otobüsüne binin.
(Çocuklar birbirlerine göz kırparlar;)
HEPSİ: Peki öğretmenim!
( Öğretmen şoför koltuğunu yansıladıkları yere diğer çocuklar da otobüsün koltukları
olarak kullanılan tahterevalli tahtalarına otururlar. Öğretmen otobüsün kapısını kapattığını
ve otobüsü çalıştırdığını yansılar. Hep beraber ritmik bir biçimde sallanarak oldukları
yerde hareket etmeye başlarlar. Bu yolculuk sahnesi boyunca çocuklar Öğretmen’in
önderliğinde hep beraber bir çocuk şarkısı söyleyebilirler.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Evet çocuklar, yolculuğumuz fazla uzun sürmeyecek.
Birazdan müzeye varmış oluruz. Bakın şimdi Gülhane Parkı’ndan geçiyoruz. Burası
eskiden Topkapı sarayının bahçesiymiş. İçinde bir koru ve gül bahçeleri varmış.
DURU: Ne kadar güzel…
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Şu gördüğünüz ağaçlar belki de yüz yaşındadır…
İstanbul’un içinde küçük bir orman sanki, öyle değil mi?
ONUR: Gerçekten de öyle…
(Kısa bir süre sonra Öğretmen sallanmayı durdurur. Çocuklar da onu takip edip bir anda
durular.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): İşte geldik çocuklar. Haydi, bakalım inelim gezi
otobüsümüzden.
(Öğretmen şoför kapısını açıp otobüsten inmeyi komik hareketlerle yansılar. Ardından
çocuklar da benzer tavırlarla yolcu kapısından inerler.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Şimdi tek sıra olun bakalım.
( Çocuklar tek sıra olurlar.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Öğretmen sağ taraftaki sahne çıkışını işaret ederek;)
İşte çocuklar, müzemizin giriş kapısı. Şimdi beni takip edin de müze gezimize başlayalım.
(Öğretmen önde çocuklar onun ardında hep birlikte sahneyi sağ taraftan terk ederler. Kısa
bir geçiş müziği duyulur. Sahnenin ışık değeri yarıya düşer. Bu arada dekor
değiştirilmiştir. Sahneye irili ufaklı heykeller ve resimler yerleştirilmiştir. Dekor değişimi
gerçekleşince sahne aydınlanır. Öğretmen önde çocuklar tek sıra olmuş bir biçimde onun
ardında sol taraftan tekrar sahneye girerler.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): İşte çocuklar, burası müzemizin ilk salonu… Yani
Osman Hamdi Bey Salonu… İsterseniz çantalarınızı şöyle köşeye bırakın. Bu salonda
biraz uzun kalacağız.
HEPSİ: Peki öğretmenim. ( Çocuklar içlerinde kaplumbağa arkadaşlarının
bulunduğu sırt çantalarını sahnenin önüne bırakırlar.)
ONUR: Öğretmenim, ben Osman Hamdi Bey’i biliyorum.
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Öyle mi, Onur?
ONUR: Evet öğretmenim. Size söylemiştim. Benim Darıca’daki okulumun adı
Ressam Osman Hamdi Bey İlköğretim okuluydu. Bu yüzden Osman Hamdi Bey’in çok
ünlü bir ressam olduğunu biliyorum.
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Çok haklısın Onur. Ama Osman Hamdi Bey
ressamlığının yanı sıra bu müzenin ve ülkemizde müzeciliğin kurucusudur.
DURU: İyi de öğretmenim, siz derslerde hep söylersiniz; “Türkiye’nin her yeri bir
açık hava müzesidir.” diye. Öyleyse çok eski zamanlardan beri Türkiye’nin her yerinde
müzeler olmalı. Öyle değil mi?
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Çok doğru söylüyorsun Duru. Fakat tarihi eserlere
eskiden şimdi olduğu kadar önem verilmiyormuş ülkemizde.
SELİN: Neden peki öğretmenim?
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Bunun birçok nedeni var. Bilgisizlik ve cahillik
diyelim. Derslerimizden de hatırlayacaksınız. Anadolu’da bin yıllardan beri birçok
uygarlık kurulmuş. Bütün bu uygarlıklar da geride pek çok eser bırakmış. Bu yüzden
Anadolu’nun her köşesi adeta açık hava müzesi… Fakat eskiden ülkemizde kimse tarihi
eserlerin değerinin farkında değilmiş. Hatta yabancı arkeologlar Anadolu’ya gelip,
istedikleri gibi kazılar yapar ardından da buldukları tarihi eserleri hatta hazineleri alıp
kendi ülkelerine götürürlermiş.
EMRE: Hazineleri bile mi?
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Evet hazineleri bile… Bu yüzden dünyanın birçok
büyük müzesinde Anadolu’dan götürülmüş tarihi eserler var. Ta ki Osman Hamdi Bey
ülkemizdeki ilk Arkeoloji müzesini kurana kadar…
BURAK: İyi ki kurmuş Osman Hamdi Bey Arkeoloji müzesini…
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Haklısın Burak. Osman Hamdi Bey, Fransa’da resim
eğitimi aldıktan sonra İstanbul’da birçok önemli görevde bulunmuş. Arkeoloji müzesini
kurduktan sonra da birçok yerde arkeolojik kazılar yapmaya başlamış. Bulduğu eserleri de
buraya getirmiş. Ama Nemrut Dağı’nda bulunanlar gibi büyük eserlerin bulunduğu
yerlerin de müze alanı olması için çalışmış… Böylelikle biz de müzelere gelip bizden
önce yaşayan uygarlıkların paha biçilmez eserlerini görebilme fırsatı buluyoruz…
İşte, mesela şu gördüğünüz paha biçilmez eser.
( Sahnenin ortasındaki oyun kulesinin üzerine Büyük İskender Lahdi’nin görüntüsü
projeksiyonla yansıtılır. Bu arada sahnenin ışık değeri yarıya düşer. Öğretmen çocuklara
ve seyirciye arkasını dönüp Büyük İskender Lahdi’ne hayranlıkla bakar ve anlatmaya
başlar. Bu arada ışıkla, projeksiyonla ya da kukla tekniğiyle kaplumbağaların içlerinde
bulundukları çantalardan çıkıp sağ taraftan sahneyi terk ettikleri görülür. Fakat ne
Öğretmen ne de çocuklar kaplumbağaları fark etmiştir.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Büyük İskender Lahdi! İskender Lahdi, İstanbul
Arkeoloji Müzeleri'nde bulunan en önemli eser kabul edilmektedir. 1887 yılında Sidon
kentinin krallar mezarlığında bulunmuştur. Her ne kadar İskender Lahdi olarak anılsa da
aslında İskender'e ait değildir. Sidon Kralı Abdalonymos'a ait olduğu düşünülmektedir.
( Öğretmen Büyük İskender Lahdi’ni anlatırken sahnenin ışık değeri düşmeye başlar.
Çocuklar iyice sıkılmışlardır. Emre ve Burak birbirlerine bakarlar;)
EMRE: ( Fısıldayarak;) Çok sıkıldım ben…
BURAK: ( Fısıldayarak;) Ben de… Şunlara söyleyelim çıkıp bu salondan başka bir
yere gidelim.
EMRE: ( Fısıldayarak;) Tamam…( Duru’ya;) Duru… Haydi, gelin başka bir salona
gidelim…
DURU: ( Fısıldayarak;) Peki ya öğretmenimiz?
EMRE: ( Fısıldayarak;) Baksanıza… O anlatıp duruyor. Fark etmez gittiğimizi.
Hem döneriz birazdan.
DURU: ( Fısıldayarak;) Tamam…( Selin’e ve Onur’a;) Haydi çocuklar…
( Duru, Onur’un ve Selin’in koluna girer ikisini de çekerek Burak ve Emre’nin peşine
takılır. Beş çocuk yerden sırt çantalarını alıp sessizce sağ taraftan sahneyi terk ederler. )
ÖĞRETMEN (ANLATICI): ( Öğretmen çocukların gittiğini fark etmemiştir bile.
Kendinden geçmiş bir biçimde anlatmayı sürdürür. ) Lahdin ön yüzünde solda atının
üzerinde İskender gösterilmiştir. İskender, Herakles soyundan geldiğine inandığı için,
başında Nemea aslanının postu ile tasvir edilmiştir. Buna ek olarak, kulağının yanında,
Mısır tanrılarından Ammon'un simgesi olan koçboynuzu görülmektedir. Lahdin
üzerindeki bu tasvirden dolayı lahdin ismi İskender ile bütünleşmiştir. Aslında İskender
Babil'de ölmüş ve cenazesi İskenderiye'ye gönderilmiştir. Lahdinin de antropoid yani
insan biçimli bir lahit olduğu bilinmektedir.
( Bu arada sahnede dekor değişmiştir. Öğretmen’in sesi de artık duyulmamaktadır.
Sahnenin sol tarafında üzerinde “ Kaplumbağa Terbiyecisi- Osman Hamdi Bey” yazan bir
tabela vardır. Sahnenin tam ortasında büyük bir resim çerçevesi vardır. İçi boş çerçevenin
arkasında Anlatıcı, dönem kostümleriyle ve takma sakalla tıpkı Kaplumbağa Terbiyecisi
resminde Osman Hamdi Bey’in durduğu şekilde kımıldamadan duruyordur. Elinde bir
ney, başında sarık, sırtında keşkül vardır. Yerdeki beş kaplumbağaya bakmaktadır. Yani
sahnenin ortasındaki çerçevenin içinde meşhur “Kaplumbağa Terbiyecisi” tablosu bire bir
canlandırılmıştır.)
( Kısa bir süre sonra Onur, Duru, Selin, Emre ve Burak sol taraftan sahneye girerler.)
ONUR: ( Diğerlerine tabelayı göstererek; ) Bakın arkadaşlar ne yazıyor…
DURU: Kaplumbağa Terbiyecisi…
BURAK: İşte müzede benim ilgimi çekebilecek tek yer!
EMRE: Benim de…
SELİN: ( Sırt çantasını kontrol eder, kaplumbağa arkadaşının olmadığını fark eder;)
Çocuklar Raphael yerinde yok!
( Bunun üzerine diğer çocuklar da telaşla sırt çantalarını kontrol ederler;)
EMRE: Leonardo da yok!
DURU: Donatello neredesin?
BURAK: Mikelanjelo da gitmiş!
ONUR: Hamdi Bey!
OSMAN HAMDİ: Efendim…
( Sahne aydınlanır ve Anlatıcının canlandırdığı büyük çerçeve içindeki Kaplumbağa
Terbiyecisi tablosu iyice görünür olur.)
ONUR: Siz de duydunuz mu çocuklar? Ben, “Hamdi Bey.” dedim, birisi
“Efendim?” dedi sanki…
OSMAN HAMDİ: Birisi bana mı seslendi?
DURU: Ses şuradaki büyük resimden geliyor galiba…
SELİN: Evet, oradan geliyor sanki.
BURAK: Saçmalamayın çocuklar. Resimler hiç konuşur mu?
EMRE: Konuşmaz.
ONUR: Bakın bir daha sesleneceğim. Dinleyin; Hamdi Bey!
OSMAN HAMDİ: Efendim?
ONUR: Duydunuz mu? Ses gerçekten de resimden geliyor. Gelin biraz daha
yaklaşalım.
( Çocuklar çerçeveye yaklaşırlar. İyice yaklaştıklarında o ana kadar kımıltısız duran
Osman Hamdi rolündeki Anlatıcı birden bire çocuklara döner. Çocuklar bu beklenmedik
durum karşısında korkarak birkaç adım geri çekilirler.)
OSMAN HAMDİ: Bana mı seslendiniz çocuklar?
ONUR: ( Kekeleyerek;) Ha… Hayır efendim. Ben Kaplumbağa arkadaşıma
seslenmiştim.
OSMAN HAMDİ: ( Kahkahayla gülerek;) Demek bir kaplumbağaya benim adımı
verdiniz? Bin yıl düşünsem aklıma gelmezdi, böyle birşey…
ONUR: Siz… Osman Hamdi Bey misiniz?
OSMAN HAMDİ: Evet ama bana Kaplumbağa Terbiyecisi de diyebilirsiniz.
DURU: ( Çerçevenin içindeki kaplumbağalardan birini işaret ederek;) Bakın,
kaplumbağa arkadaşlarımız da burada! Bakın, bakın! Bu Donatello! Nerede olsa tanırım
onu!
OSMAN HAMDİ: Evet çocuklar, bunlar sizin kaplumbağa arkadaşlarınız. Ama durun bir
dakika. Siz bunlardan birine Hamdi Bey, birine Donatello adını mı verdiniz? Durun
tahmin edeyim. ( Kaplumbağalardan birini işaret ederek; ) Bu da Leonardo mu?
EMRE: Hayır efendim. O değil. Yanındaki.
BURAK: O Mikelanjelo.
SELİN: Şuradaki de Raphael…
OSMAN HAMDİ: Harikulade…! Demek yüz yıl sonra memleketimdeki küçücük
çocuklar bile resim sanatıyla bu denli alakadar olacakmış… Çok mesudum!
ONUR: Biz sizi tanıyoruz Osman Hamdi Bey… Siz ülkemizde ilk müzeyi kuran
kişisiniz. Aynı zamanda çok ünlü bir ressamsınız.
OSMAN HAMDİ: Çok güzel çocuklar… Biliyor musunuz aynı zamanda bu
topraklardaki ilk güzel sanatlar akademisini de ben kurmuştum.
ONUR: Öyle mi bilmiyorduk.
EMRE: Öğretmenimiz sizinle ilgili her şeyi anlattı bize…
BURAK: Belki de hala giriş salonunda anlatmaya devam ediyordur.
EMRE: Ama bizim asıl merak ettiğimiz bu resim… Kaplumbağa Terbiyecisi
yani…
SELİN: Evet efendim. Çünkü biz kaplumbağa arkadaşlarımızı çok seviyoruz.
DURU: Belli ki siz iyi bir kaplumbağa terbiyecisisiniz. Bize bildiklerinizi anlatır
mısınız lütfen? Kaplumbağalarımızı nasıl eğitebiliriz?
OSMAN HAMDİ: ( Kahkahayla gülerek;) Haydi gelin yanıma da anlatayım
bildiklerimi… Gelin, gelin… Girin çerçeveden içeri… Bakın, kaplumbağa arkadaşlarınız
da burada…
( Çocukları ellerinden tutarak çerçevenin ardına geçirir. Artık çocuklar da Kaplumbağa
Terbiyecisi tablosunun içindedirler.)
OSMAN HAMDİ: Çocuklar size kaplumbağalarla ilgili hiç kimsenin bilmediği çok
önemli ve çok değerli bir sır vereceğim…
DURU: Gerçekten mi? Ben çok heyecanlandım şimdi!
ONUR: Benim kalbim gümbür gümbür atıyor…
BURAK: Söyleyin lütfen, neymiş o kaplumbağalarla ilgili o sır…
OSMAN HAMDİ: İyi dinleyin şimdi… Kaplumbağa Terbiyecisi diye bir şey yoktur…
ONUR: Nasıl yani?
OSMAN HAMDİ: Ne kaplumbağalar eğitilebilir ne de kaplumbağa terbiyeciliği diye
bir iş vardır…
BURAK: İyi de, o zaman niye yaptınız siz bu resmi?
OSMAN HAMDİ: İşte bu çok güzel bir soru… Yıllarca insanlar resmime bakıp
birbirinden farklı yorumlar yaptılar.
DURU: İyice kafam karıştı…
OSMAN HAMDİ: Bu resimde ve daha birçok resimlerimde hep kendimi de resmettim
ben. Hatta Kaplumbağa Terbiyecisi’ni yaparken bu giysileri giyip bir fotoğraf bile
çektirmiştim. Amacım, hayatım boyunca neler yaşadığımı gelecek kuşaklara biraz olsun
anlatabilmekti.
SELİN: Ben hala bir şey anlayamadım.
OSMAN HAMDİ: Hayatım boyunca kültürün, sanatın, tarihin, arkeolojinin, resmin,
heykelin, uygarlaşmak için ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalıştım insanlara. Bir
şeyler başarmış olsam da çok zorluk çektim. Benim büyük hayallerim vardı ama
çevremdeki insanların çoğu kaplumbağalar kadar yavaştı. Bütün yenilikler kendilerine
zarar verecekmiş gibi korkuyorlardı ve kaplumbağalar gibi kabuklarının içine çekilip
kulaklarını tıkıyorlardı söylediklerime…
DURU: Siz de kendinizi bir Kaplumbağa Terbiyecisi gibi hissettiniz çoğu zaman…
ONUR: Ama Kaplumbağa Terbiyecisi diye bir şey yoktu…
OSMAN HAMDİ: İşte böyle…
BURAK: Peki, kaplumbağa arkadaşlarımız için yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu?
EMRE: Olmaz mı, tabii ki var. Her canlıyı olduğu gibi sevmek gerek.
Kaplumbağalar da bütün hayvanlar gibi doğada rahat ve huzurlu yaşamak isterler.
SELİN: O zaman ne yapmalıyız?
OSMAN HAMDİ: Ona kendiniz karar vereceksiniz.
ONUR: ( Diğer çocuklara; ) Arkadaşlar, öğretmenimiz bütün salonlarda bizi
arıyordur şimdi.
SELİN: Haklısın.
OSMAN HAMDİ: Evet çocuklar artık gitme zamanınız geldi. Hemen öğretmeninizi
bulun. Kaplumbağa arkadaşlarınızı da unutmayın.
( Çocuklar kaplumbağa arkadaşlarını ellerine alıp çerçeveden birer birer çıkarlar. Osman
Hamdi onlara yardımcı olur.),
OSMAN HAMDİ: Haydi bakalım çocuklar… Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum.
Bir daha yolunuz bu müzeye düşerse, ben hep buradayım.
( Osman Hamdi Bey tekrar arkasını döner ve kımıldamadan ünlü tablodaki pozunu takınır.
Projeksiyonla resimdeki eksik kaplumbağa görüntüleri de çerçeveye dâhil edilir. Sahnenin
ışık değeri düşer. Çocuklar kaplumbağa arkadaşlarını sırt çantalarına yerleştirip aceleyle
sahneyi sağ taraftan terk ederler. Sahne bütünsel olarak kararır. Kısa bir geçiş müziğiyle
dekor değişimi gerçekleştirilir.)
( Sahne tekrar Büyük İskender Lahdi’nin bulunduğu salondur. Projeksiyonla lahdin
görüntüsü verilmiştir. Anlatıcı Öğretmen rolüyle sahnenin ortasındadır. Sırtı seyircilere
dönük bir biçimde lahde hayranlıkla bakarak anlatmayı sürdürmektedir. Çocukların
yokluğunu fark etmemiştir bile;)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Lahdin kapağı da gövdesiyle aynı cins mermerden
yapılmıştır. Lahdin işlemelerinin inceliği böyle bir eseri Yunanistan'dan Lübnan'a
götürmek çok tehlikeli olduğu için eserin Sidon'da yapılmış olması gerektiğini akla
getirmektedir. Heykeltıraşı hakkında herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır. Lahdi boyayan
ressamların da yontucu kadar usta oldukları sanılmaktadır. Lahit bitirildiğinde gözler,
kirpikler, dudaklar ve giysilerin mor, sarı, mavi, kırmızı ve menekşe rengiyle boyandığı,
figürlerin tenine hafif vernik sürüldüğü anlaşılmaktadır.
( Çocuklar o anlatmayı sürdürürken sağdan salona girerler ve şaşkınlıkla öğretmene
bakarlar. Öğretmenlerinin yokluklarını hissetmediğini anlayınca sanki hiç o salonu terk
etmemiş gibi önceki yerlerini ve hallerini alıp dinlemeye koyulurlar.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): İşte böyle çocuklar… Ne muhteşem bir eser öyle
değil mi?
HEPSİ: Evet öğretmenim!
ÖĞRETMEN (ANLATICI): ( Kol saatine bakar;) Oooo! Çocuklar, akşam olacak
neredeyse! Görüyor musunuz müzelerde zaman ne de çabuk geçiyor. Daha birinci salonu
gezmeyi bile bitiremedik. Olsun ne yapalım. Diğer salonları da bir dahaki sefere gezeriz.
Haydi, bakalım, tek sıra oluyoruz ve gezi otobüsümüze doğru ilerliyoruz…
HEPSİ: ( Çocuklar hemen tek sıra olurlar;) Peki öğretmenim!
( Sol taraftan sahneyi hep beraber terk ederler. Bu arada sahne ağır ağır kararır. Kısa bir
geçiş müziği eşliğinde dekor değişimi gerçekleştirilir.)
( Sahne oyun boyunca olduğu gibi yine aynı çocuk oyun parkıdır. Bu sahnede sahnenin
solunda arka arkaya duran iki tahterevalli tekrar gezi otobüsü olarak kullanılacaktır. Gezi
otobüsünün ön camının yerinde yine şeffaf bir çerçeve bulunmaktadır. Sahne ağır ağır
aydınlatılır. Öğretmen önde, çocuklar teksıra halinde onun arkasında olmak üzere sağ
taraftan sahneye girerler.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Haydi çocuklar, gezi otobüsümüze binelim.
HEPSİ: Peki öğretmenim!
( Öğretmen şoför koltuğunu yansıladıkları yere, diğer çocuklar da otobüsün koltukları
olarak kullanılan tahterevalli tahtalarına otururlar. Öğretmen otobüsün kapısını kapattığını
ve otobüsü çalıştırdığını yansılar. Hep beraber ritmik bir biçimde sallanarak oldukları
yerde hareket etmeye başlarlar. Bu yolculuk sahnesi boyunca çocuklar Öğretmen’in
önderliğinde hep beraber yine bir çocuk şarkısı söyleyebilirler.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Evet çocuklar, müze gezimizi beğendiniz mi?
DURU: Çok…
BURAK: Her şey çok ilginçti.
EMRE: Bence de…
SELİN: Ben hala şaşkınlık içindeyim…
ONUR: Öğretmenim, dönüş yolunda da Gülhane parkından geçecek miyiz?
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Tabii ki Onur, neden sordun?
ONUR: Eğer vaktimiz varsa beş dakika Gülhane parkında durabilir miyiz?
ÖĞRETMEN (ANLATICI): ( Kol saatine bakar;) Olabilir. Ama sadece beş dakika…
ONUR: Teşekkür ederiz öğretmenim.
( Kısa bir süre hepsi uyum içinde ve komik bir biçimde sallanarak otobüste yolculuğu
yansılarlar. )
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Bakın, işte Gülhane Parkı’na geldik. Beş dakika
inebilirsiniz. Ben de bu arada bir telefon edeyim.
(Çocuklar otobüsten aşağıya inerler. Bu arada Öğretmen cep telefonunu çıkartıp
konuşmaya başlar. Onur, eliyle işaret edip diğerlerini ağaçların altına çağırır.)
ONUR: Arkadaşlar… Bence kaplumbağa arkadaşlarımız bizim evlerimizde
yaşamaktansa burada çok daha mutlu olurlar.
( Hepsi kısa bir süre çevrelerine bakınıp düşünürler;)
EMRE: Leonardo buradaki yapraklara bayılır bence…
BURAK: Mikalenjelo da…
SELİN: İyi de ben bir daha Raphael’i göremeyecek miyim?
ONUR: Onları buraya bırakırsak bir daha görmemiz çok zor…
DURU: Ama burada gerçekten de mutlu olurlar…
ONUR: Gerçekten de öyle…
BURAK: Bırakalım o zaman…
EMRE: Bırakalım…
( Hepsi sırt çantalarından kaplumbağa arkadaşlarını çıkartıp ağaçların altına bırakırlar.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): ( Telefon konuşması sona ermiştir. Kol saatine bakar
ve çocuklara seslenir;) Beş dakika doldu! Otobüs kalkıyor!
( Çocuklar kaplumbağa arkadaşlarına son bir kez bakıp gezi otobüslerine binerler.
Öğretmen komik bir biçimde otobüsü çalıştırır ve hepsi uyumlu bir biçimde sallanmaya
başlarlar. Kısa bir süre sonra;)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Çocuklar, bugün çok usluydunuz. Beni hiç
üzmediniz ama her zaman böyle değilsiniz. Aslında bazen düşünüyorum da, bir öğretmen
olarak karşımda bir sınıf dolusu öğrenci yerine bir sınıf dolusu kaplumbağa olsaydı, nasıl
olurdu diye… Düşünsenize, kaplumbağalar hiçbir zaman gürültü yapmazlar…
Birbirleriyle itişip kakışmazlar… Bağırıp çağırmazlar. Sonra, oradan oraya zıplamazlar.
Sağa sola çarpıp bir yerlerini yaralamazlar. Pabuç gibi dilleriyle sürekli size karşılık
vermezler. Ya da ne bileyim, arkadaşlarının saçını çekmezler herhalde. Arkadaşlarıyla
kavga etmezler, öyle değil mi? Bazen kendi kendime diyorum ki, karşımda otuz tane
haylaz olacağına, otuz tane kaplumbağa olsaydı işim ne kadar kolay ve ne kadar rahat
olurdu… İnanın sizin gibi çocuklarla uğraşmak büyük dert. Bence Osman Hamdi Bey de
benim gibi düşünüyordu. Yoksa niye “Kaplumbağa Terbiyecisi” diye bir resim yapsın?
Öyle değil mi?
HEPSİ: Öyle değil öğretmenim!
SON

1 yorum:

  1. bi çırpıda okudum:) çook güzel ve anlamlı.. fnç

    YanıtlaSil

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...