KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ
ÇOCUK OYUNU
TEK PERDE
Yazan: Kıvanç Nalça
KİŞİLER
( Sahneye çıkış sırasıyla; )
ANLATICI –ÖĞRETMEN- OSMAN HAMDİ : Otuzlu
yaşlarda
ONUR : Dokuz yaşında
DURU : Dokuz yaşında
EMRE : Dokuz yaşında
BURAK : Dokuz yaşında
SELİN : Dokuz yaşında
( Not: Bu oyun baştan sona bir tiyatro
sahnesinde sergilenebileceği gibi, aynı
zamanda birkaç küçük dekor parçası ve
aksesuar yardımıyla herhangi bir çocuk
oyun parkında da meydan sahne yöntemiyle
sahnelenebilir. Örnek olarak sahnenin
bir bölümü derslik olarak kullanılacağı
zaman tahterevalliler, altlarına birer
destek koyularak sıraya dönüştürülebilir.
Yazı tahtası ve yağlıboya tablolar içi boş
ya da şeffaf çerçevelerle yansılanabilir.
)
( Ayrıca “Kaplumbağa Terbiyecisi”, konu
içerik ve kurgu anlamında İstanbul
Arkeoloji Müzeleri’nde ve Pera Müzesi’nde
özel gösterimlerle sahnelenebilecek
bir yapıda yazılmıştır.)
1. SAHNE
( Sahnenin tamamı çevresinde ağaçlar olan
bir çocuk oyun parkıdır. Sahnenin tam
ortasında, sol tarafındaki merdivenle
çıkılan, sağ tarafındaki helezonik kaydırakla
inilen kule biçiminde bir park oyuncağı
vardır. Sahnenin solunda arka arkaya
duran iki tahterevalli, sağındaysa iki
salıncak bulunmaktadır. Sahnenin önünde
yeşilliklerle çevrili bir kum havuzu da
görünmektedir. Park, sahnenin başında
boştur. Anlatıcı sahneye girer,
seyircilere; )
ANLATICI: Merhaba. Hepiniz oyunumuza hoş
geldiniz. Şu gördüğünüz bina
bizim okulumuz. Burası da okulumuzun
sahnesi ( oyun parkı). Önce kendimi size
tanıtayım. Ben, bu gördüğünüz okulun sınıf
öğretmenlerinden biriyim.
Oyunumuzun adı da “Kaplumbağa
Terbiyecisi”. Bir başka deyişle, kaplumbağa
eğiticisi... Hatta şöyle de diyebiliriz;
Kaplumbağa öğretmeni… Aslında bazen
düşünüyorum da, bir öğretmen olarak
karşımda bir sınıf dolusu öğrenci yerine bir
sınıf dolusu kaplumbağa olsaydı, nasıl
olurdu diye… Düşünsenize, kaplumbağalar
hiçbir zaman gürültü yapmazlar…
Birbirleriyle itişip kakışmazlar… Bağırıp
çağırmazlar. Sonra, oradan oraya
zıplamazlar. Sağa sola çarpıp bir yerlerini
yaralamazlar. Pabuç gibi dilleriyle
sürekli size karşılık vermezler. Ya da ne
bileyim, arkadaşlarının saçını çekmezler
herhalde. Arkadaşlarıyla kavga etmezler,
öyle değil mi? Bazen kendi kendime diyorum
ki, karşımda otuz tane haylaz
olacağına, otuz tane kaplumbağa olsaydı
işim ne kadar kolay ve ne kadar rahat
olurdu… İnanın sizin gibi çocuklarla
uğraşmak büyük dert. Tamam, neyse. Lafı
fazla uzatmayayım. Benim sınıfımda da dört
tane kaplumbağa var. Ama ne
kaplumbağalar… Bildiğiniz gibi değil.
İnanmıyor musunuz? İzleyin bakın.
Görünce siz de bana hak vereceksiniz.
(Anlatıcı sahneyi terk eder.)
( Kısa bir süre sonra Onur sahneye girer,
çevresine merakla bakınır. Elinde bir
kova ve bir kürek vardır. Sahnenin
önündeki yeşilliklerle çevrili kum havuzuna
kovasıyla küreğini bırakır. Ardından sağ
taraftaki salıncaklara doğru yürür ve
salıncaklardan birine oturur. Kendi
kendine, biraz çekingen, biraz mahçup
sallanmaya başlar. )
( Birden bire; Duru, Emre, Burak ve Selin
koşarak ve bağırıp çağırarak gürültüyle
sahneye girerler. Sahnenin tam ortasındaki
park oyuncağına tırmanırlar. Dördünün
de yüzlerinde Ninja kaplumbağa maskeleri,
ellerinde de uzunlu kısalı sopalar
vardır. Duru’nun alnında mor, Emre’nin
mavi, Burak’ın portakal rengi, Selin’inse
kırmızı birer bez bağlıdır.)
DURU: Sonunda kuleyi ele geçirdik!
EMRE: Evet, bu bizim kulemiz artık!
BURAK: Bütün kötüler korksun bizden!
Tamam, artık oyunumuza başlayabiliriz…
SELİN : ( Onur’a şüpheyle bakarak;) Durun
bir dakika…
DURU: Yine ne oldu Rahael?
EMRE: Evet… Oyunun en güzel yerinde yine
başladın işte…
BURAK: ( Helezonik kaydıraktan neşeyle
kayarken;) İşte başlıyoruz!
(Duru ve Emre’de onu takip edip kayaktan
kayarlar. Burak hızla merdivenleri
tırmanıp bir kere daha kayaktan kayarken;
)
DURU: (Emre’ye;) Haydi tahterevalliye
binelim…
(Duru ve Emre karşılıklı tahterevalliye
binerler. Burak koşarak merdivenlerden
çıkıp tekrar kayaktan kayar. Selin Onur’a
şüpheyle bakmaya devam etmektedir.
Duru, Emre ve Burak oynamayı
sürdürürlerken Selin ve Onur göz göze gelirler.
Onur bu maskeli çocukları merakla
seyrediyordur. Duru, Emre’yle birlikte
tahterevallideyken bir an Selin’in
şüpheyle Onur’a doğru baktığını fark eder. Duru
da Onur’a aynı şekilde bakmaya başlar.
Aşağıdayken birden bire tahterevalliden
kalkar. Emre, dengesi aniden bozulan
oyuncaktan komik bir biçimde yere düşer.
Emre de Selin’in ve Duru’nun baktığı yöne
bakar. O da Onur’u fark eder. Selin
kuleden iner. Selin, Duru ve Emre
sopalarını sımsıkı kavrayıp tehditkâr ve
kendilerinden emin bir biçimde Onur’a
bakmaya başlarlar. Burak hala olup bitenin
farkına varmış değildir. Durmaksızın neşeyle
merdivenden çıkıp kayaktan
kaymaya devam etmektedir. Duru, Emre ve
Selin ellerindeki sopalarını sımsıkı
kavrayarak tehditkâr bir biçimde hiç
kımıldamadan Onur’a bakmaya başlarlar.
Onur kendi halinde salıncakta sallanmaya
devam etmektedir. Burak’sa hala diğer
üç arkadaşının yaptıklarından habersiz
neşe içinde kayaktan kaymaktadır. )
DURU: ( Burak’a otoriter bir biçimde;)
Mikelanjelo!
BURAK: Efendim?
DURU: ( Onur’u işaret ederek; ) Gel…
( Burak kayaktan kaydıktan sonra merakla
Duru’ya bakar. Diğerlerinin de büyük
bir ciddiyetle ellerinde sopalarıyla
Onur’a baktıklarını fark eder. Koşup kaymaya
başlamadan önce yere bıraktığı sopasını
eline alıp diğerlerinin yanında yine onlar
gibi bir tavırla yerini alır.)
BURAK: Geldim…
DURU: (Tehditkâr bir tavır ve ses tonuyla
Onur’a; ) Hey yabancı… Seni buralarda
ilk defa görüyoruz…
EMRE: Evet yabancı, ilk defa görüyoruz
seni…
SELİN : Yabancı…
BURAK: ( Gülerek;) Seni yabancı seni…
( Diğerleri ciddi bir biçimde Burak’a
bakar. Burak gülmeyi bırakır, diğerlerini
taklit ederek ciddi bir tavır takınır.)
ONUR: Evet, beni ilk defa görmeniz çok
normal. Çünkü biz yeni taşındık bu
mahalleye…
DURU: Demek yeni taşındınız…
EMRE: Yeni taşındınız demek…
SELİN : Demek taşındınız…
BURAK: ( Cana yakın ve neşeli bir tavırla
Onur’u kucaklamak için kollarını iki yana
açar; ) Oooo… Demek yeni taşındınız? Hoş
geldiniz mahallemize!
( Duru, Emre ve Selin aynı anda dönüp sert
bir biçimde bakarlar Burak’a. Burak da bunun
üzerine diğerleri gibi ciddi bir tavır
takınır. )
BURAK: ( Ne söyleyeceğine karar veremez.
Biraz düşünür ve; )
Niye taşındınız peki?
(Diğerleri onaylayıcı bir biçimde bakarlar
Burak’a; )
ONUR: Babamın tayini çıktı İstanbul’a, biz
de taşındık.
DURU: Söyle bakalım, nereden geliyorsun?
ONUR: Darıca’dan…
EMRE: Neresi bu Darıca?
ONUR: Kocaeli… İzmit yani. Çok yakın
İstanbul’a…
SELİN: Biliyorum ben İzmit’i. Gidip
gelirken hep pişmaniye alıyoruz…
BURAK: Ben bayılırım pişmaniyeye…
DURU: Söyle bakalım, kaç yaşındasın?
ONUR: Dokuz… Siz?
DURU: Biz de dokuz yaşındayız. Hem hepimiz
aynı sınıftayız.
EMRE: Evet, hepimiz aynı sınıftayız.
Hepimiz Mimar Sinan İlköğretim okulunda(
Okulun adı sahnelendiği okulun adı
şeklinde söylenecektir.) okuyoruz ve hepimiz
dördüncü sınıfa geçtik.
ONUR: Ressam Osman Hamdi Bey ilköğretim
okulunda okuyordum Darıca’da…
Ben de dördüncü sınıfa geçtim bu sene.
Annemle babam da dün Mimar Sinan İlköğretim
okuluna yaptırdı kaydımı…
BURAK: A, ne güzel… Belki de bizim sınıfa
gelirsin!
( Duru, Emre ve Selin yine aynı anda dönüp
sert bir biçimde bakarlar Burak’a.
Burak da bunun üzerine yine diğerleri gibi
ciddi bir tavır takınır. )
SELİN: İki tane dördüncü sınıf var bizim
okulda. Belki bizim sınıfa gelmezsin.
ONUR: Belki…
SELİN: Şimdi beni iyi dinle… Bu park,
bizim. Anladın mı?
ONUR: Siz kimsiniz? Daha tanışmadık ya,
onun için soruyorum.
BURAK: Benim adım Burak.
SELİN: (Uyarır gibi;) Mikelanjelo! Biz,
Ninja Kaplumbağalar Çetesiyiz… Bizi
burada herkes tanır, anladın mı?
ONUR: ( Burak’a;) Senin adın Mikelanjelo
mu?
BURAK: Oyunda öyle…
DURU: Ben, Donatello’yum. ( Emre’yi işaret
ederek;) Bu, Leonardo… (Selin’i
işaret ederek;) Bu, Raphael… (Burak’ı
işaret ederek;) Bu da Mikelanjelo… Biz Ninja
Kaplumbağalar Çetesiyiz…
ONUR: Harika! Ben de size katılabilir
miyim?
EMRE: Olmaz… Ninja Kaplumbağalar Çetesi,
dört kişiliktir. Eh, biz de dört kişi
olduğumuza göre, sana bu çetede yer yok ne
yazık ki…
ONUR: Ben de sizinle oynamak istiyorum
ama…
SELİN: O zaman sen, kötü adam olacaksın.
ONUR: Ama ben kötü adam olmak istemiyorum.
DURU: Kötü adam olacaksın. Başka çare yok.
Çünkü sen sonradan geldin.
EMRE: Evet, sonradan geldin.
BURAK: Doğru, en son sen geldin.
ONUR: (Salıncağı durdurur;) Tamam, bu
seferlik kötü adam ben olayım. Söyleyin
bakalım, nasıl başlayacağız oyuna?
(Onur’un oyunda kötü adam olmayı kabul
etmesi hepsini sevindirmiştir. Dördü kafa
kafaya verirler ve kimsenin duymayacağı
bir biçimde fısıldaşırlar. Konuşmaları bitince;)
DURU: Sen, bu kuleye çıkacaksın ve
bağıracaksın; “Heeey! Parkı sonunda ele
geçirdim! Bütün ağaçları keseceğim! Bütün
oyuncakları kıracağım, hepsini bozacağın!”
diye. Anlaştık mı?
ONUR: Anlaştık. Peki, siz ne yapacaksınız
sonra?
DURU: Seni döveceğiz. Parkımızı
kurtaracağız.
ONUR: Şakadan ama değil mi?
DURU: Şakadan tabii…
EMRE: Şakadan, şakadan…
BURAK: Tabii canım, oyun bu…
ONUR: Tamam o zaman. Haydi başlayalım.
DURU: Tamam. ( Diğerlerine işaret eder,
dört çocuk da koşarak sahneyi farklı
yönlerden terk ederler. )
DURU: ( Sahne dışından Onur’a seslenir;)
Kuleye çık! Kuleye çık!
EMRE: ( Sahne dışından Onur’a seslenir;)
Haydi çık kuleye!
(Onur, kendisine söyleneni yapar,
merdivenden park oyuncağının ortasındaki kuleye çıkar
ve bekler.)
DURU: ( Sahne dışından Onur’a seslenir;)
Demin sana söylediğimiz gibi bağır
şimdi!
ONUR: ( Sahne dışında Duru’ya başıyla
tamam işareti yapıp;) “Heeey! Parkı
sonunda ele geçirdim! Bütün ağaçları
keseceğim! Bütün oyuncakları bozacağın!”
DURU: Defol buradan! Bu park bizim!
SELİN: Bizim bu park!
EMRE: Defol!
BURAK: Hey, bizim parkımız bu!
(Onur’un bu sözünün hemen ardından dört
çocuk ellerindeki sopalarını sallayarak çığlık
çığlığa sahneye girerler, park oyuncağının
merdivenlerinden tırmanırlar ve Onur’u ite
kaka helezonik kayaktan aşağı yuvarlarlar.
Onur bu oyundan hoşlanmamıştır. Suratını
asıp tekrar sahne başında oturduğu
salıncağa gider.)
DURU: Çok güzeldi…
EMRE: Evet, bence de çok güzeldi.
SELİN: Harikaydı…
BURAK: Şahaneydi… Haydi, bir daha! Bir
daha!
DURU: ( Onur’a;) Sen de beğendin mi
oyunumuzu?
ONUR: Hayır, ben hiç beğenmedin bu oyunu.
BURAK: Neden?
ONUR: Hiç güzel bir oyun değil çünkü. Hele
bu oyunda kötü adam olmak hiç de
zevkli değil.
EMRE: Sen de hemen mızıkçılık yapıyorsun.
SELİN: Aman, boş verin arkadaşlar. Biz de
yine kendi aramızda oynarız.
BURAK: Tabii canım. Her zamanki gibi
dördümüz oynarız biz de.
DURU: ( Diğer üçüne dönüp alçak sesle;)
Saçmalamayın… Kötü adam olmadan
oyunun tadı çıkmıyor. Anlayacağınız ona
ihtiyacımız var. ( Onur’a;) Bu sefer sana biraz
sert davrandık galiba… Gel istersen başka
bir oyun oynayalım…
ONUR: Bir kere ben bu oyunu bilmiyorum.
Kim bu Ninja Kaplumbağalar?
DURU: (Hayretle;) Sen Ninja Kaplumbağaları
bilmiyor musun?
SELİN: Şuna da bakın! Daha Ninja
Kaplumbağaları bilmiyor!
EMRE: Yok canım, şaka yapıyor herhalde…
BURAK: Evet, evet, şaka yapıyor. Ninja
Kaplumbağaları bütün çocuklar bilir.
ONUR: Ben bilmiyorum işte. Birkaç kere
televizyonda görmüştüm ama pek
hoşuma gitmedi. Ben de kanalı değiştirdim.
BURAK: Keşke televizyonda bütün gün Ninja
Kaplumbağalar olsa… Ben akşama
kadar seyrederdim.
EMRE: Ben, bütün gece seyrederdim.
SELİN: Ben, sabaha kadar seyrederdim.
ONUR: Tamam canım, seyretmedim işte… Siz
anlatın da öğreneyim.
DURU: Ben sana hikâyenin nasıl başladığını
anlatayım istersen. Bak şimdi önce bir
fare var.
BURAK: Ninja Kaplumbağaların ustası Fare…
ONUR: Fare mi?
DURU: Ama öyle bildiğin bir fare değil.
Yer altında, lağımlarda falan gezerken
böyle nükleer, radyoaktif atıklar buluyor
ve birden bire dönüşüm geçiriyor.
ONUR: Zehirleniyor mu yani?
DURU: Hayır. Olağanüstü güçleri oluyor…
ONUR: Ne güzel işte… Demek bu oyun beş
kişilikmiş. Ben de Ninja
Kaplumbağaların ustası o Fare olayım. Ne
dersiniz?
( Dördü birden kahkahayı basarlar;)
ONUR: Niye gülüyorsunuz?
( Burak oyuncak nançukasını savurur.)
BURAK: Sen mi bana nançuka kullanmayı
öğreteceksin?
SELİN: (Uyarır gibi;) Mikelanjelo! Bir
kere o Fare’nin adı Kıymık ve Kıymık
Kaplumbağaların öğretmeni. Eskiden o evcil
bir fareymiş. Sahibi de bir karate ustasıymış.
Kıymık kafesinde ustasını seyrede seyrede
öğrenmiş bütün uzak doğu sporlarını.
DURU: Ustası ölünce lağımlarda etkileniyor
o radyoaktif maddelerden. Sonra dört
yavru kaplumbağayı buluyor. Sonra o yavru
kaplumbağalar da o radyoaktif maddelerden
etkileniyorlar.
BURAK: Kaplumbağalar çok güçleniyorlar.
ONUR: Ama kaplumbağalar dünyanın en yavaş
hayvanlarıdır.
DURU: İşte bunlar hem çok güçleniyorlar,
hem de çok hızlanıyorlar. O fare de
kaplumbağaların ustası oluyor.
EMRE: Kaplumbağalara karate yapmayı
öğretiyor.
ONUR: Tamam. Hepsini anladım. Güzel bir
hikâye… Ama siz sadece dört Ninja
kaplumbağasınız ve bir ustanız, bir
öğretmeniz yok.
( Dördü sanki Onur’a hak vermiş gibi
suskun bir biçimde birbirlerine bakınırlar;)
ONUR: Kendi kendinize karate yapmayı da o
elinizdeki garip silahları kullanmayı
da öğrenemezsiniz. Mesela sen, Mikelanjelo…
Filmlerde gördüğüm kadarıyla Ninjalar
çok yüksek yerlerden atlayabilir, öyle
değil mi?
BURAK: Tabii ki…
ONUR: O zaman çık bakalım şu kuleye sonra
da atla aşağı da görelim.
BURAK: Ama orası çok yüksek…
ONUR: Eğitimli bir Ninja oradan bile
atlayabilir. Eğer gerçek bir öğretmeniniz
olsa, siz de gerçek Ninjaların
yaptıklarını yapabilirdiniz. Ama bir öğretmeniniz yok.
( Sahnenin önünde yeşilliklerle çevrili
kum havuzuna doğru gider. Kum havuzuna daha
önce bıraktığı küreğini ve kovasını alıp
kendi kendine oynamaya başlar. )
ONUR: Sizin sıkıcı oyununuza
katılamayacağım. Ben kumdan bir kale yapacağım.
Zaten kovamla küreğimi getirmiştim.
DURU: Bir kere biz gerçek Ninja değiliz.
Kaplumbağa da değiliz. Oyun oynuyoruz
biz. Oyun oynarken de bazı şeyler eksik
olabilir. Oyunda bir şeyler eksikse biz de öyle
değilmiş gibi hayal ederiz, olur biter.
ONUR: Tamam işte ben de öyle yapacağım.
DURU: ( Diğerlerine;) Haydi çocuklar biz
oyunumuza devam edelim. Bütün
Ninjalar kuleye!
(Dördü merdivenlerden koşarak çığlık
çığlığa kuleye tırmanırlar. Bu arada Onur da
kovasına küreğiyle kum doldurmaya
başlamıştır. Kısa bir süre sonra Onur, kum
havuzunun hemen önünde, karşısındaki
yeşillikler arasında bir kıpırtı fark eder. Kovasını
ve küreğini bırakıp ayağa kalkar,
yeşilliklere doğru ilerleyip çimenlerin arasına dikkatle
bakmaya başlar.)
ONUR: (Yüksek sesle;) Kaplumbağalar!
BURAK: Ne var?
ONUR: Kaplumbağalar!
SELİN: Sana, “ Ne var?” dedik.
DURU: Ne o? Tek başına oynamaktan sıkıldın
galiba?
EMRE: Sıkılır tabii. Parkta tek başına
oynanır mı?
ONUR: Bu parkta sizden başka kaplumbağalar
da var. Gelip bakın isterseniz.
DURU: Şaka mı yapıyorsun sen?
ONUR: ( Parmağıyla sayarak;) Bir… İki… Üç…
Dört… Hıh, burada da bir tane
var, etti beş… Tam beş tane kaplumbağa…
BURAK: Orada dur bakalım. Biz dört Ninja
Kaplumbağa’yız ve seni aramıza
almadık.
EMRE: Evet, biz dört kişiyiz.
SELİN: Sen Kaplumbağa değilsin.
(Onur yeşilliklerin arasındaki beş
kaplumbağadan birini dikkatle iki eliyle kavrayıp
dördüne doğru tutar. Sesini değiştirerek,
kaplumbağanın ağzından konuşuyor gibi;)
ONUR: Ben gerçek bir kaplumbağayım…
( Oyun parkındaki kulenin üzerinde duran
Duru, Selin, Burak ve Emre bir an şaşkınlıktan
donakalırlar. Sonra hep beraber koşarak
Onur’un yanına gelirler ve elindeki
kaplumbağaya sessizce ve hayretle
bakarlar. Kaplumbağa başını ve ayaklarını kabuğunun
içine çekmiştir.)
EMRE: Gerçek bir kaplumbağa…
BURAK: Korkmuyor musun eline almaktan?
ONUR: Niye korkayım ki?
SELİN: Ya elini ısırırsa?
DURU: Ya parmağını koparırsa?
EMRE: Ya kolunu koparırsa?
ONUR: Hiçbir şey yapmaz… Korkmayın.
SELİN: Nereden biliyorsun?
ONUR: Kaplumbağaların sadece yaprak, ot
filan yediğini herkes bilir.
(Çocuklar birbirlerine bakarlar,)
ONUR: Bakın, çimenlerin arasında dört tane
daha kaplumbağa var…
(Çocuklar merakla çimenlerin arasına
bakarlar;)
BURAK: Evet, evet! Bir tanesi burada!
SELİN: Biri de burada!
EMRE: Ben de bir tane gördüm!
DURU: Bir tane de burada var… Demek
parkımızda gerçek kaplumbağalar
yaşıyormuş ve biz hiç fark etmemişiz.
ONUR: Demek ki etrafınıza pek de dikkatli
bakmıyorsunuz, Ninja
Kaplumbağalar…
BURAK: Ben de şu kaplumbağayı elime almak
istiyorum. Isırmaz değil mi?
ONUR: Korkma ısırmaz. Ama lütfen nazik ol.
Çok yumuşak tut ellerinle. Ona zarar
vermemeye çok dikkat et.
BURAK: Tamam… ( Burak ağır hareketlerle
kaplumbağalardan birine uzanır ve onu
ellerine alır.) Çok güzel… Artık bu benim
kaplumbağam! Yaşasın!
EMRE: Ben de bunu elime almak istiyorum.
Nasıl tutacağım?
ONUR: Böyle… Ama çok yumuşak…
EMRE: Peki… ( Emre de kaplumbağalardan
birini dikkatli bir biçimde ellerine alır.
Sevinçle;) Şahane!
SELİN: Ben de! Ben de!
ONUR: Olur. Sen de şuradakini al istersen…
SELİN: ( Çimenlerin arasındaki
kaplumbağalardan birine uzanır ve onu dikkatle
ellerine alır.) Harikaymış!
ONUR: (Duru’ya;) Bak, şurada bir tane daha
var. İstersen sen de onu al.
DURU: Gördüm. Çok tatlı bir şey…
ONUR: Al haydi, korkma…
DURU: Tamam… ( Duru çimenlerin arasındaki
son kaplumbağayı dikkatle iki
eliyle kavrayıp kaldırır.)
SELİN: Ne güzel… Artık hepimizin birer
kaplumbağası var.
ONUR: İnsan bir canlının sahibi olamaz
bence. Hepimizin birer kaplumbağa
arkadaşı var, diyelim.
EMRE: (Kaplumbağaya;) Merhaba arkadaşım,
nasılsın?
DURU: Ben hep babam bir köpek alsın
istedim. Ama evimiz küçük diye annem
olmaz diyordu. Babam da köpekler çok
havlar, gürültücü olur diyordu. Ama onlar da evde
bir kaplumbağa olmasına sevinecek.
SELİN: Ben de hep kedi istiyordum
bizimkilerden… Annem tüy döker diye izin
vermiyordu. Ama kaplumbağanın tüyü olmadığına
göre bizimkiler de severler herhalde
yeni arkadaşımı…
BURAK: Arkadaşlar, yeni arkadaşlarımıza
birer isim vermemiz gerek, öyle değil mi?
Ben arkadaşıma Mikelanjelo adını
vereceğim… Mikelanjelo? Nasılsın?
DURU: Bence bu çok iyi bir fikir… Hepimiz
kaplumbağa arkadaşlarımıza Ninja
kaplumbağalar oyunumuzdaki isimleri
verelim. ( Kaplumbağasına;) Merhaba Donatello!
EMRE: ( Kaplumbağasına;) Merhaba Leonardo!
SELİN: ( Kaplumbağasına;) Merhaba Raphael!
BURAK: ( Burak’a;) İyi de, senin
kaplumbağa arkadaşının adı ne olacak?
EMRE: Evet, ne olacak?
ONUR: ( Kısa bir süre düşünür;) Herhalde
kaplumbağa arkadaşlarımız ya
kardeştirler birbirleriyle ya da
arkadaştırlar.
DURU: Doğru. Bizimkilerle uyumlu olmalı
senin kaplumbağa arkadaşının ismi de.
ONUR: Haklısın. Mikelanjelo… Donatello…
Leonardo… Raphael… Bu dört isim
de çok ünlü ressamların, heykeltıraşların
isimleri.
SELİN: Nereden biliyorsun?
DURU: Evet, nereden biliyorsun?
ONUR: Eski okulumda resim öğretmenimiz
anlatmıştı sanırım. Oradan aklımda
kalmış…
BURAK: Ben bunu bilmiyordum. Bu isimleri
Ninja isimleri sanıyordum.
EMRE: Ben de…
ONUR: O zaman benim kaplumbağa arkadaşımın
ismi de ünlü bir ressamın ismi
olsun.
DURU: Sen başka ressam ismi biliyor musun?
ONUR: ( Birden aklına gelmiştir, heyecanla;)
Tabii ki biliyorum! Size söylemiştim,
Darıca’daki okulumun adı; Ressam Osman
Hamdi Bey ilköğretim okuluydu. Osman
Hamdi Bey ismi bir kaplumbağa için biraz
uzun olur. O zaman benim kaplumbağa
arkadaşımın ismi de, Hamdi Bey olsun…
BURAK: Peki o ünlü bir ressam mı?
ONUR: Hem de çok ünlüymüş…
BURAK: Tamam o zaman… Merhaba Hamdi Bey…
EMRE: Merhaba Hamdi Bey…
SELİN: Hamdi Bey, merhaba…
DURU: Bence çok güzel oldu. Mikelanjelo…
Donatello… Leonardo… Raphael ve
Hamdi Bey…
EMRE: Güzel oldu.
SELİN: Bence de…
BURAK: İyi de arkadaşlar, hava kararıyor.
Artık evlere gitmemiz gerek.
SELİN: Doğru, annem beni merak eder.
DURU: Hem yarın okulun ilk günü.
ONUR: Kaplumbağa arkadaşlarımızı da
evlerimize götürüyoruz öyle değil mi?
SELİN: Ben Raphael’den hayatta ayrılmam.
BURAK: Ben de Mikelanjelo’dan.
EMRE: Annem Leonardo’ya bayılacak!
DURU: Tamam eve götürelim ama onları nasıl
besleyeceğiz?
ONUR: Marul maydanoz filan verelim bu
gecelik onlara. Ama hepimiz akşamleyin
evde ansiklopedilere, kitaplara, internete
filan bakıp araştıralım. Kaplumbağa
arkadaşlarımızla ilgi bilgiler toplayalım.
BURAK: ( Koşarak sahneyi terk ederken;)
Tamam, ben gidiyorum!
EMRE: ( Koşarak sahneyi terk ederken;) Biz
de gidiyoruz! Hoşçakalın!
SELİN: ( Koşarak sahneyi terk ederken;)
Yarın görüşürüz!
DURU: ( Koşarak sahneyi terk ederken;)
Hoşça kal! (Bir an duraklayıp Onur’a;)
Onur, yarın sen de bizim okula geleceksin
değil mi?
ONUR: Evet.
DURU: Belki de bizim sınıfa gelirsin. (
Koşarak sahneyi terk eder.)
ARA OYUN
( Ara oyunda çocuklar sözsüz bir oyun
oynarlar. Çocuklar sırayla eve gittiklerinde parkta
buldukları kaplumbağaları ailelerine
göstermelerini yansılarlar. Çocuklardan biri kendi
rolünü oynarken, diğer iki çocuk küçük
kostüm ve aksesuar değişimiyle o çocuğun anne
ve babasını yansılarlar. Sahnenin farklı
noktaları Onurların, Duruların, Emrelerin,
Burakların ve Selinlerin evleri olarak
belirlenir.)
( Sahnenin sol arka tarafı lokal olarak
aydınlatılır. Onur elinde kaplumbağa arkadaşıyla
kapıyı çalar. Ev olarak belirlenen
noktada, Duru annesi Emre de babası rolündedirler.
Onur kaplumbağayı nasıl bulduğunu sözsüz
oyunla yansılar. Annesi ve babası çok
sevinirler ve kaplumbağaya ilgi
gösterirler. Sırayla bütün çocukların evleri ve anne
babalarının kaplumbağalara tepkileri
sahnenin farklı noktalarında yansılanır.)
ANLATICI: ( Çocukların sözsüz oyunları
sürerken sahneye çıkar, sahne önüne doğru
ilerler, seyircilere;) İşte böyle…
Bizim kaplumbağaların artık birer
kaplumbağa arkadaşı var… Gördüğünüz gibi anne
babaları da ailelerine bir kaplumbağa
katılmasından dolayı fazlasıyla memnunlar.
Düşünsenize, bir çocuk, parkta bulduğu bir
kediyi ya da köpeği eve getirdiğinde kimi
anne babalar bu durumu hoş
karşılamayabilir. Ama herhalde sessiz sakin bir kaplumbağa
kimseyi rahatsız etmez… Oyunumuzun başında
da söylemiştim size; kaplumbağalar
sessiz, sakin hayvanlardır. Siz ne
dersiniz? Lafı fazla uzatmayalım. Bizimkiler, Onur,
Duru, Emre, Burak ve Selin kaplumbağa
arkadaşlarını evlerine götürüp anne babalarıyla
tanıştırdıktan ve kaplumbağa beslemek için
onlardan onay aldıktan sonra, evlerinde birer
köşe hazırladılar… Tabii ki kaplumbağa
arkadaşları için. Sonra da bütün akşam boyunca
kitapları, ansiklopedileri karıştırdılar.
İnternette kaplumbağalarla ilgili ulaşabildikleri
bütün bilgileri topladılar. Kaplumbağalar
ne yerler, ne içerler? Sıcaktan mı soğuktan mı
hoşlanırlar? Kaplumbağalar hakkında her
şeyi öğrenmeliydiler. Tabii ki yeni dostlarına,
kaplumbağa arkadaşlarına daha iyi
bakabilmek için… Peki, kaplumbağalarını eğitebilirler
miydi? Kediler, köpekler, maymunlar,
papağanlar hatta yunus balıkları eğitilebiliyordu.
Ya kaplumbağalar? Onur bilgisayarının
başındaydı.
( Çocukların sözsüz oyunu sona ermiştir.
Sahnenin bir köşesi Onur’un evindeki odasıdır
şimdi. Bu bölüm lokal ışıkla aydınlatılır.
Onur bilgisayarının başındadır.)
ANLATICI: Onur, internette bir arama
motoruna girdi ve şöyle yazdı; “Kaplumbağa
eğitimi”… Ekranda bir resim belirdi… Osman
Hamdi Bey’in “Kaplumbağa Terbiyecisi”
isimli resmi…
( Sahnenin arkasında projeksiyonla Osman
Hamdi Bey’in “Kaplumbağa Terbiyecisi” adlı
resmi verilir. Onur’u aydınlatan ışık
söner. Anlatıcı kulisten bir resim sehpası, içinde
boyaların, paletin ve fırçaların bulunduğu
bir çanta alıp gelir ve sahnenin önüne resim
sehpasını yerleştirir. Resim sehpasının
üzerine içi boş yani bakıldığında arkası görülebilen
bir çerçeve koyar. )
ANLATICI: ( Bir meddah tavrıyla anlatmaya
başlar;) Şimdi size bir hikâye
anlatacağım… Yaşlı ressam Wang-Fo ve
çırağının hikâyesi… Wang-Fo, Çin’in en büyük
ressamıydı ama yine de yoksuldu. Çünkü o
resimlerini bir tas çorbayla takas ederdi ve
gümüş paraları önemsemez, küçümserdi. Onun
yaptığı resimlerdeki nesneleri kimse
gerçeğinden ayırt edemezdi. Ama artık
iyice yaşlanmıştı Wang-Fo… Gözleri eskisi kadar
iyi görmemeye başlamış.
(Anlatıcı Wang-Fo’yu taklit eder;)
Günlerden bir gün Wang-Fo yine evinde
güzel bir çiçeğin resmini yapıyormuş…
Masmavi bir çiçeğin… Tam resmini
tamamlayacakmış ki evinin kapısı gürültüyle
çalınmaya başlamış…
( Tahta resim sehpasına vurup kapı sesi
çıkartır;)
Fakat Wang-Fo o gün kimseyi beklemiyormuş.
Çırağına kapıya bakmasını söylemiş.
Çırağı kapıyı açtığında bir de ne görsün?
Tepeden tırnağa silahlı bir sürü asker…
İmparatorun askerler. Askerler hiçbir şey
söylemeden eve girmişler ve Wang-Fo’nun ve
çırağının ellerini ve gözlerini
bağlamışlar. Sonra da ikisini de alıp bilinmeyen bir yere
götürmüşler. Burası İmparatorluk
sarayıymış. Askerler, Wang-Fo’yu ve çırağını bir sürü
büyük kapıdan geçirip imparatorun taht
salonuna getirmişler. Sonunda gözlerini açmışlar
Wang-Fo’nun… İmparator tam karşılarında
muhteşem tahtında oturuyormuş. Kısa bir
süre kimse konuşmamış. İlk sözler
Wang-Fo’nun dudaklarından dökülmüş;
Gökler Ejderhası… Demiş Wang-Fo. Yaşlıyım.
Yoksulum. Zayıfım. sen yaz gibisin, ben
kış gibi. Senin on bin hayatın var, benim
ise tek bir hayatım. Ne yaptım sana? Bak, sana
hiç kötülük yapmamış şu ellerimi
bağladılar.
—Bana ne yaptığını mı soruyorsun? Demiş
İmparator. Babamın, sarayın gizli bir
odasında senin resimlerinden oluşan bir koleksiyonu
vardı. İşte ben o odada senin
resimlerine bakarak eğitildim Wang-Fo. On
yıla yakın bir süre, her gece baktım
resimlerine. Resimlerinde ülkemde olan her
şey vardı. Ben her şeyi senin resimlerinden
öğrendim. Sonra bir gün, hayatımda ilk kez
sarayımdan dışarı çıktım. İmparatorluğumun
dört bir yanını dolaştım. Bu benim en
büyük hayal kırıklılığımdı. Çünkü ne ateş böcekleri,
ne çiçekler, ne dereler, ne göller, ne
dağlar, ne ağaçlar, ne insanlar, ne bebekler, ne
kuzular ne de kaplumbağalar… Hiçbiri senin
resimlerindeki kadar güzel değildi. Bana
yalan söyledin Wang-Fo, koca sahtekâr!
Gerçek olmayan güzelliklerle beni ve herkesi
kandırdın. Bu yüzden seni ölümle
cezalandıracağım. Bundan böyle kimseyi
kandıramayasın diye! Ama son olarak
tamamlanmamış yarım kalmış bir resmini
tamamlamanı emrediyorum sana…
Görevliler büyük bir resmi salona
getirmişler.
( Anlatıcı kulisten büyük, içi boş,
bakıldığında arkası görülen bir çerçeve getirir ve
sahnenin tam ortasına yerleştirir.
Projeksiyonla çerçevenin arkasındaki düz zemine göğün
ve denizin tasvir edildiği bir resim
yansıtılır.)
İşte demiş İmparator. Yarım kalan bu
tablonu tamamlayacaksın. Bir deniz manzarası bu…
Bu resmi tamamladıktan sonra seni idam
ettireceğim. Görevliler Wang-Fo’ya boyalar ve
fırçalar getirmişler ve ihtiyar ressam
çaresiz resmini tamamlamaya koyulmuş. Önce deniz
kıyısına bir sandal resmi çizmiş.
( Projeksiyondaki görüntüye bir sandal
resmi eklenir;)
Herkes merakla ona bakıyormuş. Bu gerçekten
çok güzel bir sandalmış. Sonra çırağını
elinden tutup yanına çekmiş.
( Anlatıcı bir adım atıp çerçevenin içine
girer ve sandal görüntüsünün bulunduğu yere
oturur ve kürek çeker gibi yapmaya
başlar.)
İkisi birer adımda hemen çerçevenin
üzerinden atlayıp resmin içine girivermişler.
İmparator ve saraydakiler şaşkınlıkla
onlara bakıyormuş. Wang-Fo ve çırağı resmin
içindeki sandala binmişler ve kürek
çekmeye koyulmuşlar… Gözlerine inanamıyormuş
oradakiler. Güzel sandal ağır ağır
ilerleyip gözden kaybolmuş…
İşte böyle…
( Sahne birden bire ve bütünsel olarak
kararır.)
2. SAHNE
( Sahne birinci sahnedeki çocuk oyun
parkıdır. Sahnenin solunda arka arkaya duran iki
tahterevalli, tahtaları yere paralel
duracak biçimde küp şeklindeki aksesuarlarla
desteklenip sabitlenmiş ve derslikteki
öğrenci sıraları yansılanmıştır. Bu sıraların tam
karşısında, yazı tahtasını yansılayan
büyük, dikdörtgen, içi şeffaf malzemeyle kaplı bir
çerçeve asılıdır. Sahnenin diğer bölümleri
okulun bahçesini yansılamaktadır. Duru, Emre,
Burak ve Selin üzerlerinde önlükleri ve
ellerinde okul çantalarıyla sınıfa girerler ve
sıralara otururlar. Kısa bir süre sonra
Anlatıcı Onur’la birlikte sınıfa girer. Bu sahnede
Anlatıcı çocukların öğretmenidir. )
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Günaydın çocuklar.
HEPSİ : Günaydın öğretmenim!
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Bugün sınıfımıza yeni
bir arkadaşımız katılıyor. Sizleri
onunla tanıştırmak istiyorum. Bu yeni
sınıf arkadaşınız, Onur.
DURU: ( Selin’e;) Baksana… Bu bizim Onur
işte!
BURAK: ( Emre’ye;) Yaşasın! Onur’u bizim sınıfa
vermişler!
SELİN: Şansa bak!
EMRE: Ben tahmin etmiştim zaten…
BURAK: Tahmin etmişmiş…
EMRE: Etmiştim tabii…
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Haydi çocuklar, yeni
sınıf arkadaşınız Onur’a merhaba deyin
bakalım.
HEPSİ : Merhaba Onur!
ONUR: Merhaba arkadaşlar.
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Yoksa siz birbirinizi
tanıyor musunuz?
HEPSİ : Evet öğretmenim!
ONUR: Öğretmenim ben dün parkta oynarken
Duru’yla, Selin’le, Burak’la ve
Emre’yle tanıştım.
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Buna sevindim.
DURU: Evet öğretmenim. Onur’lar Darıca’dan
İstanbul’a taşınmışlar.
SELİN: Onur Darıca’da Ressam Osman Hamdi
Bey ilköğretim okulunda
öğrenciymiş.
ÖĞRETMEN (ANLATICI): O zaman her şey
yolunda. Onur, sen de arkadaşlarının
yanına geç istersen.
ONUR: Peki öğretmenim.
(Onur diğerleri gibi sıraya oturur.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI):Evet çocuklar. Şimdi
size birer kâğıt vereceğim. Akşamleyin
bu kâğıtları velilerinize imzalatıp, yarın
bana getireceksiniz. Alın bakalım.
(Kâğıtları çocuklara dağıtır.)
DURU: Bunlar nedir öğretmenim?
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Çocuklar yarın bütün
sınıf, hep birlikte müzeye gideceğiz.
Bu kâğıtlar da velilerinizin bu müze
gezisine katılmanıza izin verdiğini gösteren belgeler.
ONUR: Yaşasın! Müzeye mi gidiyoruz yani?
ÖĞRETMEN (ANLATICI):Evet Onur…
EMRE: Niye seviniyorsun anlamadım?
ONUR: Duymadın mı Emre? Yarın müzeye
gidecekmişiz.
BURAK: Seni gören de lunaparka gideceğiz
sanır.
EMRE: Ben müzeleri hiç sevmem.
BURAK: Ben de…
ONUR: Neden arkadaşlar?
EMRE: Bir kere babam bizi götürmüştü. Çok
sıkıcı. Yüksek sesle konuşmak,
gülmek yasak.
BURAK: Sonra heykellere, resimlere
dokunmak yasak… Koşmak oynamak yasak…
Her şey yasak…
EMRE: Bence müzeler çocuklara göre yerler
değil. Dokuz yaşında bir çocuk
müzede çok sıkılır.
ONUR: Kimlere göre peki müzeler? Kaç
yaşında kişilere göre?
EMRE: (Düşünür;) Otuz yaşındaki kişilere
bence…
ONUR: Otuz mu?
EMRE: Evet, otuz… Ancak otuz yaşında biri
müzede eğlenebilir.
BURAK: Doğru, bence de anne baba ya da
öğretmen yaşında olmak gerek müzede
eğlenebilmek için.
ONUR: İyi ama arkadaşlar çok ilginç şeyler
oluyor müzelerde. Hem yepyeni şeyler
öğreniyor insan müzelerde…
BURAK: Keşke daha eğlenceli bir yere
gitseydik…
EMRE: Keşke…
( Dersin sona erdiğini bildiren zil
çalar.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Evet çocuklar… Bugünlük
bu kadar... Akşama size verdiğim
izin kâğıtlarını velilerinize imzalatmayı
unutmayın, tamam mı?
HEPSİ : Peki öğretmenim…
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Çıkabilirsiniz…
( Çocuklar hep beraber ve aynı anda
sıralarından fırlarlar ve koşarak sahneyi terk ederler.
ÖĞRETMEN (ANLATICI), sahne önüne doğru
gelir. Sınıfı yansılayan bölümün ışığı
alınır. Anlatıcı lokal ışıkla
aydınlatılır. Seyircilere;)
ANLATICI: İşte böyle… Bizimkiler
kendilerini nasıl bir maceranın beklediğini henüz
bilmiyorlar. Onlar yarın kendilerini sıkıcı
bir müze gezisinin beklediğini düşünedursunlar
biz gelelim hikâyemize… Siz de tahmin
edersiniz, bizimkilerin böyle ders zili çalar
çalmaz nereye koştuklarını. Hemen evlere
gidilecek, önlükler çıkarılıp sokak giysileri
giyilecek, annelerin zoruyla bir iki lokma
bir şeyler atıştırılacak ve kaplumbağa arkadaşlar
alınıp hemen parka koşulacak…
( Bu arada sahne değişimi gerçekleşmiş,
dekor tekrar 1. Sahne’deki çocuk oyun parkı
biçimine getirilmiştir.)
ANLATICI: İzleyelim görelim…
(Anlatıcı sahneyi terk eder. Çocuk Oyun
Parkı dekoru aydınlatılır. İlk önce koşarak Emre
ve Burak sahneye girerler. Kaplumbağa
arkadaşları ellerindedir. Sahnenin önündeki
yeşillik bölüme kaplumbağalarını
bırakırlar.)
EMRE: İşte geldik Leonardo… Özledin mi
parkımızı?
BURAK: Özlemişler baksana… Nasıl da
saldırdılar çimenlere… Afiyet olsun
Mikelanjelo…
( Bu arada Duru ve Selin de ellerinde
kaplumbağa arkadaşlarıyla sahneye girerler.)
DURU: ( Selin’e Emre’yle Burak’ı işarek
ederek; ) Baksana şunlara, ne de çabuk
gelmişler…
BURAK: Ne sandınız? Kaplumbağa
arkadaşlarımızı bir dakika bekletmeyiz biz.
Okuldan gelir gelmez hemen temiz havaya
çıkartırız.
EMRE: Siz de Donatello ile Raphael’i
getirin de biraz taze çimen yesinler…
SELİN: Doğru…
( Duru ve Selin de kaplumbağalarını çimenlere
bırakırlar. Bu arada Onur’da kaplumbağa
arkadaşıyla birlikte sahneye girer. Elinde
bilgisayar çıktılarından oluşan bir dosya da
vardır. )
ONUR: Merhaba arkadaşlar. Ne kadar da
çabuk gelmişsiniz…
DURU: Burak’la Emre bizden de önce
gelmişlerdi. Sen niye geciktin?
ONUR: Dün gece internette kaplumbağalarla
ilgili bulduğum bilgilerin çıktısını
aldım da onun için geciktim. Birlikte
okuruz diye düşünmüştüm.
SELİN: Çok iyi yapmışsın. Ama önce Hamdi
Bey’i arkadaşlarının yanına bırak da
biraz temiz hava alsın.
ONUR: Doğru…
( Onur da kaplumbağa arkadaşını yeşillik
alana bırakır.)
ONUR: Haydi bakalım, kaplumbağa
arkadaşlarımız açık havanın tadını çıkartırken
biz de kaplumbağalarla ilgili topladığımız
bilgileri birlikte okuyalım.
DURU: Bu çok iyi fikir. Haydi oturalım.
SELİN: Bence de.
BURAK: Haydi bakalım başla bulduklarını
okumaya…
( Beşi yan yana yere otururlar.)
EMRE: Bana bak Onur. Benim en merak
ettiğim şey, kaplumbağaları eğitmek için
ne yapmak gerektiği…
SELİN: Benim de… Mesela ben Raphael’e dans
etmeyi öğretmek istiyorum…
BURAK: Dans mı? Ne saçma… Mikalengelo’nun
dans ettiğini düşünemiyorum ben.
Bence o iyi bir karateci olmalı…
EMRE: Ben Leonardo’nun yunus balıkları
gibi yüzmesini istiyorum…
DURU: Benim Donatello’msa önüne boyaları
ve fırçaları koyduğumda komik
resimler yapabilmeli…
ONUR: Arkadaşlar, bu söylediğiniz
konularla ilgili hiçbir şey bulamadım
internette…
SELİN: Ne buldun peki?
ONUR: Kaplumbağalarla ilgili çok ilginç
bir bilgi buldum. Sıkı durun arkadaşlar,
söylüyorum.
DURU: Haydi ama meraklandırma bizi…
ONUR: Kaplumbağa, ya da tosbağa;
Testudines takımını oluşturan çok sert ve
kemiksi bir kabuk içinde yaşayan, ağır
yürüyüşlü, dört ayaklı, sürüngen bir hayvandır.
EMRE: Tosbağa mı?
ONUR: Evet. Anadolu’da kaplumbağaya
tosbağa deniyormuş. Hareketleri
yönünden ne kadar telaşsız ve ağır
hayvanlarsa onların tarih boyunca gelişimi de o kadar
yavaş olmuştur. Kaplumbağalar, öteki
sürüngenlerle birlikte Mezozoik'in ilk dönemi olan
Trias Çağı'nda ortaya çıktılar. 200 milyon
yıldan beri kaplumbağaların vücut yapıları
önemli hiçbir değişikliğe uğramamıştır.
DURU: İki yüz milyon yıl mı?
ONUR: Tam iki yüz milyon yıl… Hâlbuki
kaplumbağalar, dünyada soyu henüz
tükenmemiş en eski hayvanlardandır. Açlığa
pek dayanıklıdırlar. Çok uzun ömürlüdürler.
Yaşadığı çevrede sıcaklık düşmeye
başlayınca hayvan iyice uyuşup kalır. Bol Güneş ışığı
alan kuru topraklarda kendine bir delik
kazıp bütün kışı orada geçirmek üzere içine girer.
Günümüzde, soyunu sürdürmekte olan iki yüz
elliye yakın kaplumbağa türü
bulunmaktadır. Şimdi bana en ilginç gelen
şeyi okuyacağım sizlere… Kaplumbağalar,
yüz bazen de yüz elli yaşına kadar
yaşarlar.
EMRE: Yüz elli yaşına kadar mı?
BURAK: Yok artık!
ONUR: ( Elindeki kâğıtları diğerlerine
göstererek;) Bakın, işte burada yazıyor…
(Diğerleri kâğıtlara bakarlar;)
SELİN: Gerçekten de öyle yazıyor…
DURU: Peki bizim kaplumbağa arkadaşlarımız
kaç yaşındadır sence?
ONUR: Kesin olarak bilemeyiz. Ama
boylarına ve ağırlıklarına bakarsak bence
bizim kaplumbağa arkadaşlarımız yirmi beş,
otuz yaşlarında olmalı…
BURAK: Otuz mu?
EMRE: Ne yani, şimdi Leonardo bizim
öğretmenimizle aynı yaşta mı?
ONUR: Olabilir.
DURU: Benim annem geçen ay yirmi dokuz
yaşına girdi. Yani Donatello
annemden daha mı büyük?
ONUR: Bence öyle…
EMRE: O zaman benim Leonardo’ya “Leonardo
Amca” demem daha doğru olur.
SELİN: Erkek olduğunu nereden biliyorsun?
Bence Raphael kız. O yüzden ben ona
Raphael teyze diyeceğim.
ONUR: Ben de akşam internette bu bilgileri
bulunca Hamdi Bey’e nasıl
sesleneceğimi şaşırdım. Ama her canlının
yaşam süresi birbirinden farklı oluyor. O
yüzden kaplumbağa arkadaşlarımıza en
azından biraz saygı göstersek yeterli bence…
DURU: Nasıl yani?
ONUR: Bilmiyorum ama en azından onlara
dans etmeyi, karate yapmayı, yüzmeyi,
resim yapmayı öğretmeye çalışmayarak
mesela…
SELİN: Doğru. Düşünsenize kaplumbağa
arkadaşlarımız otuz yaşındalarsa, kim
bilir neler yaşamışlar, neler
görmüşlerdir.
EMRE: Ben artık Leonardo’ya öğretecek daha
önemli bir şey bulmalıyım.Ama ne?
BURAK: Bence kaplumbağa arkadaşlarımızın
görmemiş olabileceği bir yer vardır.
EMRE: Neresiymiş orası?
BURAK: Müze…
EMRE: Doğru. Müzeler otuz yaşındakilere
göre bir yer. Bizim kaplumbağa
arkadaşlarımız da otuz yaşında olduklarına
göre, onları yarın müzeye götürürsek çok
eğlenirler.
DURU: Haklısın Emre…
SELİN: Bu çok iyi fikir… Yarın kaplumbağa
arkadaşlarımızı da müze gezisine
yanımızda götürelim.
BURAK: Götürelim götürmesine de, öğretmen
kızabilir.
EMRE: O zaman hepimiz yarın sırt
çantalarımızı yanımıza alalım. Kaplumbağa
arkadaşlarımızı çantalarımıza saklayalım.
DURU: İyi fikir... Hem çantalarımızın
fermuarlarını da açık bırakırız. Böylelikle
rahat rahat hava da alırlar.
ONUR: Bence de bu çok iyi bir fikir. En
azından kaplumbağa arkadaşlarımıza garip
garip şeyler yapmayı öğretmekten daha iyi
bir fikir.
SELİN: Böylelikle Raphael teyzemden
ayrılmamış olurum.
( Hepsi gülüşürler.)
DURU: Arkadaşlar, hava kararıyor. Haydi,
artık evlerimize gidelim. Yarın erken
kalkacağız…
ONUR: Doğru…
( Hepsi kaplumbağa arkadaşlarını yanlarına
alıp sahneyi terk ederken…
SELİN: Yarın görüşürüz!
BURAK: Görüşürüz!
EMRE: İyi akşamlar!
HEPSİ: İyi akşamlar!
( Sahne ağır ağır ve bütünsel olarak
kararır.)
4. SAHNE
( Sahne oyun boyunca olduğu gibi yine aynı
çocuk oyun parkıdır. Bu sahnede sahnenin
solunda arka arkaya duran iki
tahterevalli, tahtaları yere paralel duracak biçimde küp
şeklindeki aksesuarlarla desteklenip ve
sabitlenip bu kez öğrencileri müzeye götürecek
gezi otobüsü olarak kullanılacaktır. Gezi
otobüsünün ön camının yerinde yine şeffaf
malzemeyle kaplı bir çerçeve
bulunmaktadır. Gezi otobüsünün hemen yanında Onur,
Emre, Burak, Duru ve Selin sırt
çantalarıyla beklemektedirler. Anlatıcı, bu sahnede de
öğretmen rolündedir.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Günaydın çocuklar.
HEPSİ: Günaydın öğretmenim!
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Dün size verdiğim
müze gezisi izin kâğıtlarınızı anne
babalarınıza imzalattınız mı?
HEPSİ: Evet öğretmenim!
( Çocuklar kâğıtları Öğretmen’e uzatırlar.
Öğretmen izin kâğıtlarını teker teker kontrol
ederek toplar.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Aferin çocuklar.
Demek ki artık yola çıkabiliriz.
( Öğretmen, o an Onur, Emre, Burak, Duru
ve Selin’in sırt çantalarını fark eder.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Şehir dışına gitmiyoruz.
Alt tarafı iki üç saatlik bir müze
gezisi bu... Çocuklar, o koca çantaların
içinde ne var öyle?
DURU: Su!
ONUR: Meyve suyu!
SELİN: Bisküvi!
BURAK: Kek!
EMRE: Fotoğraf makinesi!
DURU: Kâğıt mendil!
SELİN: Islak mendil!
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Tamam, tamam… Yeter.
Sorduğuma pişman ettiniz
beni. Haydi, bakalım hepiniz gezi
otobüsüne binin.
(Çocuklar birbirlerine göz kırparlar;)
HEPSİ: Peki öğretmenim!
( Öğretmen şoför koltuğunu yansıladıkları
yere diğer çocuklar da otobüsün koltukları
olarak kullanılan tahterevalli tahtalarına
otururlar. Öğretmen otobüsün kapısını kapattığını
ve otobüsü çalıştırdığını yansılar. Hep
beraber ritmik bir biçimde sallanarak oldukları
yerde hareket etmeye başlarlar. Bu
yolculuk sahnesi boyunca çocuklar Öğretmen’in
önderliğinde hep beraber bir çocuk şarkısı
söyleyebilirler.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Evet çocuklar,
yolculuğumuz fazla uzun sürmeyecek.
Birazdan müzeye varmış oluruz. Bakın şimdi
Gülhane Parkı’ndan geçiyoruz. Burası
eskiden Topkapı sarayının bahçesiymiş.
İçinde bir koru ve gül bahçeleri varmış.
DURU: Ne kadar güzel…
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Şu gördüğünüz ağaçlar
belki de yüz yaşındadır…
İstanbul’un içinde küçük bir orman sanki,
öyle değil mi?
ONUR: Gerçekten de öyle…
(Kısa bir süre sonra Öğretmen sallanmayı durdurur.
Çocuklar da onu takip edip bir anda
durular.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): İşte geldik çocuklar.
Haydi, bakalım inelim gezi
otobüsümüzden.
(Öğretmen şoför kapısını açıp otobüsten
inmeyi komik hareketlerle yansılar. Ardından
çocuklar da benzer tavırlarla yolcu
kapısından inerler.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Şimdi tek sıra olun
bakalım.
( Çocuklar tek sıra olurlar.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Öğretmen sağ
taraftaki sahne çıkışını işaret ederek;)
İşte çocuklar, müzemizin giriş kapısı.
Şimdi beni takip edin de müze gezimize başlayalım.
(Öğretmen önde çocuklar onun ardında hep
birlikte sahneyi sağ taraftan terk ederler. Kısa
bir geçiş müziği duyulur. Sahnenin ışık
değeri yarıya düşer. Bu arada dekor
değiştirilmiştir. Sahneye irili ufaklı
heykeller ve resimler yerleştirilmiştir. Dekor değişimi
gerçekleşince sahne aydınlanır. Öğretmen
önde çocuklar tek sıra olmuş bir biçimde onun
ardında sol taraftan tekrar sahneye
girerler.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): İşte çocuklar, burası
müzemizin ilk salonu… Yani
Osman Hamdi Bey Salonu… İsterseniz
çantalarınızı şöyle köşeye bırakın. Bu salonda
biraz uzun kalacağız.
HEPSİ: Peki öğretmenim. ( Çocuklar
içlerinde kaplumbağa arkadaşlarının
bulunduğu sırt çantalarını sahnenin önüne
bırakırlar.)
ONUR: Öğretmenim, ben Osman Hamdi Bey’i
biliyorum.
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Öyle mi, Onur?
ONUR: Evet öğretmenim. Size söylemiştim.
Benim Darıca’daki okulumun adı
Ressam Osman Hamdi Bey İlköğretim
okuluydu. Bu yüzden Osman Hamdi Bey’in çok
ünlü bir ressam olduğunu biliyorum.
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Çok haklısın Onur.
Ama Osman Hamdi Bey
ressamlığının yanı sıra bu müzenin ve
ülkemizde müzeciliğin kurucusudur.
DURU: İyi de öğretmenim, siz derslerde hep
söylersiniz; “Türkiye’nin her yeri bir
açık hava müzesidir.” diye. Öyleyse çok
eski zamanlardan beri Türkiye’nin her yerinde
müzeler olmalı. Öyle değil mi?
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Çok doğru söylüyorsun
Duru. Fakat tarihi eserlere
eskiden şimdi olduğu kadar önem
verilmiyormuş ülkemizde.
SELİN: Neden peki öğretmenim?
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Bunun birçok nedeni
var. Bilgisizlik ve cahillik
diyelim. Derslerimizden de
hatırlayacaksınız. Anadolu’da bin yıllardan beri birçok
uygarlık kurulmuş. Bütün bu uygarlıklar da
geride pek çok eser bırakmış. Bu yüzden
Anadolu’nun her köşesi adeta açık hava
müzesi… Fakat eskiden ülkemizde kimse tarihi
eserlerin değerinin farkında değilmiş.
Hatta yabancı arkeologlar Anadolu’ya gelip,
istedikleri gibi kazılar yapar ardından da
buldukları tarihi eserleri hatta hazineleri alıp
kendi ülkelerine götürürlermiş.
EMRE: Hazineleri bile mi?
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Evet hazineleri bile…
Bu yüzden dünyanın birçok
büyük müzesinde Anadolu’dan götürülmüş
tarihi eserler var. Ta ki Osman Hamdi Bey
ülkemizdeki ilk Arkeoloji müzesini kurana
kadar…
BURAK: İyi ki kurmuş Osman Hamdi Bey
Arkeoloji müzesini…
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Haklısın Burak. Osman
Hamdi Bey, Fransa’da resim
eğitimi aldıktan sonra İstanbul’da birçok
önemli görevde bulunmuş. Arkeoloji müzesini
kurduktan sonra da birçok yerde arkeolojik
kazılar yapmaya başlamış. Bulduğu eserleri de
buraya getirmiş. Ama Nemrut Dağı’nda
bulunanlar gibi büyük eserlerin bulunduğu
yerlerin de müze alanı olması için
çalışmış… Böylelikle biz de müzelere gelip bizden
önce yaşayan uygarlıkların paha biçilmez
eserlerini görebilme fırsatı buluyoruz…
İşte, mesela şu gördüğünüz paha biçilmez
eser.
( Sahnenin ortasındaki oyun kulesinin
üzerine Büyük İskender Lahdi’nin görüntüsü
projeksiyonla yansıtılır. Bu arada
sahnenin ışık değeri yarıya düşer. Öğretmen çocuklara
ve seyirciye arkasını dönüp Büyük İskender
Lahdi’ne hayranlıkla bakar ve anlatmaya
başlar. Bu arada ışıkla, projeksiyonla ya
da kukla tekniğiyle kaplumbağaların içlerinde
bulundukları çantalardan çıkıp sağ
taraftan sahneyi terk ettikleri görülür. Fakat ne
Öğretmen ne de çocuklar kaplumbağaları
fark etmiştir.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Büyük İskender Lahdi!
İskender Lahdi, İstanbul
Arkeoloji Müzeleri'nde bulunan en önemli
eser kabul edilmektedir. 1887 yılında Sidon
kentinin krallar mezarlığında bulunmuştur.
Her ne kadar İskender Lahdi olarak anılsa da
aslında İskender'e ait değildir. Sidon
Kralı Abdalonymos'a ait olduğu düşünülmektedir.
( Öğretmen Büyük İskender Lahdi’ni
anlatırken sahnenin ışık değeri düşmeye başlar.
Çocuklar iyice sıkılmışlardır. Emre ve
Burak birbirlerine bakarlar;)
EMRE: ( Fısıldayarak;) Çok sıkıldım ben…
BURAK: ( Fısıldayarak;) Ben de… Şunlara
söyleyelim çıkıp bu salondan başka bir
yere gidelim.
EMRE: ( Fısıldayarak;) Tamam…( Duru’ya;)
Duru… Haydi, gelin başka bir salona
gidelim…
DURU: ( Fısıldayarak;) Peki ya
öğretmenimiz?
EMRE: ( Fısıldayarak;) Baksanıza… O
anlatıp duruyor. Fark etmez gittiğimizi.
Hem döneriz birazdan.
DURU: ( Fısıldayarak;) Tamam…( Selin’e ve
Onur’a;) Haydi çocuklar…
( Duru, Onur’un ve Selin’in koluna girer
ikisini de çekerek Burak ve Emre’nin peşine
takılır. Beş çocuk yerden sırt çantalarını
alıp sessizce sağ taraftan sahneyi terk ederler. )
ÖĞRETMEN (ANLATICI): ( Öğretmen çocukların
gittiğini fark etmemiştir bile.
Kendinden geçmiş bir biçimde anlatmayı
sürdürür. ) Lahdin ön yüzünde solda atının
üzerinde İskender gösterilmiştir.
İskender, Herakles soyundan geldiğine inandığı için,
başında Nemea aslanının postu ile tasvir
edilmiştir. Buna ek olarak, kulağının yanında,
Mısır tanrılarından Ammon'un simgesi olan
koçboynuzu görülmektedir. Lahdin
üzerindeki bu tasvirden dolayı lahdin ismi
İskender ile bütünleşmiştir. Aslında İskender
Babil'de ölmüş ve cenazesi İskenderiye'ye
gönderilmiştir. Lahdinin de antropoid yani
insan biçimli bir lahit olduğu
bilinmektedir.
( Bu arada sahnede dekor değişmiştir.
Öğretmen’in sesi de artık duyulmamaktadır.
Sahnenin sol tarafında üzerinde “
Kaplumbağa Terbiyecisi- Osman Hamdi Bey” yazan bir
tabela vardır. Sahnenin tam ortasında
büyük bir resim çerçevesi vardır. İçi boş çerçevenin
arkasında Anlatıcı, dönem kostümleriyle ve
takma sakalla tıpkı Kaplumbağa Terbiyecisi
resminde Osman Hamdi Bey’in durduğu
şekilde kımıldamadan duruyordur. Elinde bir
ney, başında sarık, sırtında keşkül
vardır. Yerdeki beş kaplumbağaya bakmaktadır. Yani
sahnenin ortasındaki çerçevenin içinde
meşhur “Kaplumbağa Terbiyecisi” tablosu bire bir
canlandırılmıştır.)
( Kısa bir süre sonra Onur, Duru, Selin,
Emre ve Burak sol taraftan sahneye girerler.)
ONUR: ( Diğerlerine tabelayı göstererek; )
Bakın arkadaşlar ne yazıyor…
DURU: Kaplumbağa Terbiyecisi…
BURAK: İşte müzede benim ilgimi
çekebilecek tek yer!
EMRE: Benim de…
SELİN: ( Sırt çantasını kontrol eder,
kaplumbağa arkadaşının olmadığını fark eder;)
Çocuklar Raphael yerinde yok!
( Bunun üzerine diğer çocuklar da telaşla
sırt çantalarını kontrol ederler;)
EMRE: Leonardo da yok!
DURU: Donatello neredesin?
BURAK: Mikelanjelo da gitmiş!
ONUR: Hamdi Bey!
OSMAN HAMDİ: Efendim…
( Sahne aydınlanır ve Anlatıcının
canlandırdığı büyük çerçeve içindeki Kaplumbağa
Terbiyecisi tablosu iyice görünür olur.)
ONUR: Siz de duydunuz mu çocuklar? Ben,
“Hamdi Bey.” dedim, birisi
“Efendim?” dedi sanki…
OSMAN HAMDİ: Birisi bana mı seslendi?
DURU: Ses şuradaki büyük resimden geliyor
galiba…
SELİN: Evet, oradan geliyor sanki.
BURAK: Saçmalamayın çocuklar. Resimler hiç
konuşur mu?
EMRE: Konuşmaz.
ONUR: Bakın bir daha sesleneceğim.
Dinleyin; Hamdi Bey!
OSMAN HAMDİ: Efendim?
ONUR: Duydunuz mu? Ses gerçekten de
resimden geliyor. Gelin biraz daha
yaklaşalım.
( Çocuklar çerçeveye yaklaşırlar. İyice
yaklaştıklarında o ana kadar kımıltısız duran
Osman Hamdi rolündeki Anlatıcı birden bire
çocuklara döner. Çocuklar bu beklenmedik
durum karşısında korkarak birkaç adım geri
çekilirler.)
OSMAN HAMDİ: Bana mı seslendiniz çocuklar?
ONUR: ( Kekeleyerek;) Ha… Hayır efendim.
Ben Kaplumbağa arkadaşıma
seslenmiştim.
OSMAN HAMDİ: ( Kahkahayla gülerek;) Demek
bir kaplumbağaya benim adımı
verdiniz? Bin yıl düşünsem aklıma gelmezdi,
böyle birşey…
ONUR: Siz… Osman Hamdi Bey misiniz?
OSMAN HAMDİ: Evet ama bana Kaplumbağa
Terbiyecisi de diyebilirsiniz.
DURU: ( Çerçevenin içindeki
kaplumbağalardan birini işaret ederek;) Bakın,
kaplumbağa arkadaşlarımız da burada!
Bakın, bakın! Bu Donatello! Nerede olsa tanırım
onu!
OSMAN HAMDİ: Evet çocuklar, bunlar sizin
kaplumbağa arkadaşlarınız. Ama durun bir
dakika. Siz bunlardan birine Hamdi Bey,
birine Donatello adını mı verdiniz? Durun
tahmin edeyim. ( Kaplumbağalardan birini
işaret ederek; ) Bu da Leonardo mu?
EMRE: Hayır efendim. O değil. Yanındaki.
BURAK: O Mikelanjelo.
SELİN: Şuradaki de Raphael…
OSMAN HAMDİ: Harikulade…! Demek yüz yıl
sonra memleketimdeki küçücük
çocuklar bile resim sanatıyla bu denli
alakadar olacakmış… Çok mesudum!
ONUR: Biz sizi tanıyoruz Osman Hamdi Bey…
Siz ülkemizde ilk müzeyi kuran
kişisiniz. Aynı zamanda çok ünlü bir
ressamsınız.
OSMAN HAMDİ: Çok güzel çocuklar… Biliyor
musunuz aynı zamanda bu
topraklardaki ilk güzel sanatlar
akademisini de ben kurmuştum.
ONUR: Öyle mi bilmiyorduk.
EMRE: Öğretmenimiz sizinle ilgili her şeyi
anlattı bize…
BURAK: Belki de hala giriş salonunda
anlatmaya devam ediyordur.
EMRE: Ama bizim asıl merak ettiğimiz bu
resim… Kaplumbağa Terbiyecisi
yani…
SELİN: Evet efendim. Çünkü biz kaplumbağa
arkadaşlarımızı çok seviyoruz.
DURU: Belli ki siz iyi bir kaplumbağa
terbiyecisisiniz. Bize bildiklerinizi anlatır
mısınız lütfen? Kaplumbağalarımızı nasıl
eğitebiliriz?
OSMAN HAMDİ: ( Kahkahayla gülerek;) Haydi
gelin yanıma da anlatayım
bildiklerimi… Gelin, gelin… Girin
çerçeveden içeri… Bakın, kaplumbağa arkadaşlarınız
da burada…
( Çocukları ellerinden tutarak çerçevenin
ardına geçirir. Artık çocuklar da Kaplumbağa
Terbiyecisi tablosunun içindedirler.)
OSMAN HAMDİ: Çocuklar size kaplumbağalarla
ilgili hiç kimsenin bilmediği çok
önemli ve çok değerli bir sır vereceğim…
DURU: Gerçekten mi? Ben çok heyecanlandım
şimdi!
ONUR: Benim kalbim gümbür gümbür atıyor…
BURAK: Söyleyin lütfen, neymiş o
kaplumbağalarla ilgili o sır…
OSMAN HAMDİ: İyi dinleyin şimdi…
Kaplumbağa Terbiyecisi diye bir şey yoktur…
ONUR: Nasıl yani?
OSMAN HAMDİ: Ne kaplumbağalar eğitilebilir
ne de kaplumbağa terbiyeciliği diye
bir iş vardır…
BURAK: İyi de, o zaman niye yaptınız siz
bu resmi?
OSMAN HAMDİ: İşte bu çok güzel bir soru…
Yıllarca insanlar resmime bakıp
birbirinden farklı yorumlar yaptılar.
DURU: İyice kafam karıştı…
OSMAN HAMDİ: Bu resimde ve daha birçok
resimlerimde hep kendimi de resmettim
ben. Hatta Kaplumbağa Terbiyecisi’ni
yaparken bu giysileri giyip bir fotoğraf bile
çektirmiştim. Amacım, hayatım boyunca
neler yaşadığımı gelecek kuşaklara biraz olsun
anlatabilmekti.
SELİN: Ben hala bir şey anlayamadım.
OSMAN HAMDİ: Hayatım boyunca kültürün, sanatın,
tarihin, arkeolojinin, resmin,
heykelin, uygarlaşmak için ne kadar önemli
olduğunu anlatmaya çalıştım insanlara. Bir
şeyler başarmış olsam da çok zorluk
çektim. Benim büyük hayallerim vardı ama
çevremdeki insanların çoğu kaplumbağalar
kadar yavaştı. Bütün yenilikler kendilerine
zarar verecekmiş gibi korkuyorlardı ve
kaplumbağalar gibi kabuklarının içine çekilip
kulaklarını tıkıyorlardı söylediklerime…
DURU: Siz de kendinizi bir Kaplumbağa
Terbiyecisi gibi hissettiniz çoğu zaman…
ONUR: Ama Kaplumbağa Terbiyecisi diye bir
şey yoktu…
OSMAN HAMDİ: İşte böyle…
BURAK: Peki, kaplumbağa arkadaşlarımız
için yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu?
EMRE: Olmaz mı, tabii ki var. Her canlıyı
olduğu gibi sevmek gerek.
Kaplumbağalar da bütün hayvanlar gibi
doğada rahat ve huzurlu yaşamak isterler.
SELİN: O zaman ne yapmalıyız?
OSMAN HAMDİ: Ona kendiniz karar
vereceksiniz.
ONUR: ( Diğer çocuklara; ) Arkadaşlar,
öğretmenimiz bütün salonlarda bizi
arıyordur şimdi.
SELİN: Haklısın.
OSMAN HAMDİ: Evet çocuklar artık gitme
zamanınız geldi. Hemen öğretmeninizi
bulun. Kaplumbağa arkadaşlarınızı da
unutmayın.
( Çocuklar kaplumbağa arkadaşlarını
ellerine alıp çerçeveden birer birer çıkarlar. Osman
Hamdi onlara yardımcı olur.),
OSMAN HAMDİ: Haydi bakalım çocuklar…
Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum.
Bir daha yolunuz bu müzeye düşerse, ben
hep buradayım.
( Osman Hamdi Bey tekrar arkasını döner ve
kımıldamadan ünlü tablodaki pozunu takınır.
Projeksiyonla resimdeki eksik kaplumbağa
görüntüleri de çerçeveye dâhil edilir. Sahnenin
ışık değeri düşer. Çocuklar kaplumbağa
arkadaşlarını sırt çantalarına yerleştirip aceleyle
sahneyi sağ taraftan terk ederler. Sahne
bütünsel olarak kararır. Kısa bir geçiş müziğiyle
dekor değişimi gerçekleştirilir.)
( Sahne tekrar Büyük İskender Lahdi’nin
bulunduğu salondur. Projeksiyonla lahdin
görüntüsü verilmiştir. Anlatıcı Öğretmen
rolüyle sahnenin ortasındadır. Sırtı seyircilere
dönük bir biçimde lahde hayranlıkla
bakarak anlatmayı sürdürmektedir. Çocukların
yokluğunu fark etmemiştir bile;)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Lahdin kapağı da
gövdesiyle aynı cins mermerden
yapılmıştır. Lahdin işlemelerinin inceliği
böyle bir eseri Yunanistan'dan Lübnan'a
götürmek çok tehlikeli olduğu için eserin
Sidon'da yapılmış olması gerektiğini akla
getirmektedir. Heykeltıraşı hakkında
herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır. Lahdi boyayan
ressamların da yontucu kadar usta
oldukları sanılmaktadır. Lahit bitirildiğinde gözler,
kirpikler, dudaklar ve giysilerin mor,
sarı, mavi, kırmızı ve menekşe rengiyle boyandığı,
figürlerin tenine hafif vernik sürüldüğü
anlaşılmaktadır.
( Çocuklar o anlatmayı sürdürürken sağdan
salona girerler ve şaşkınlıkla öğretmene
bakarlar. Öğretmenlerinin yokluklarını
hissetmediğini anlayınca sanki hiç o salonu terk
etmemiş gibi önceki yerlerini ve hallerini
alıp dinlemeye koyulurlar.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): İşte böyle çocuklar…
Ne muhteşem bir eser öyle
değil mi?
HEPSİ: Evet öğretmenim!
ÖĞRETMEN (ANLATICI): ( Kol saatine bakar;)
Oooo! Çocuklar, akşam olacak
neredeyse! Görüyor musunuz müzelerde zaman
ne de çabuk geçiyor. Daha birinci salonu
gezmeyi bile bitiremedik. Olsun ne
yapalım. Diğer salonları da bir dahaki sefere gezeriz.
Haydi, bakalım, tek sıra oluyoruz ve gezi
otobüsümüze doğru ilerliyoruz…
HEPSİ: ( Çocuklar hemen tek sıra olurlar;)
Peki öğretmenim!
( Sol taraftan sahneyi hep beraber terk
ederler. Bu arada sahne ağır ağır kararır. Kısa bir
geçiş müziği eşliğinde dekor değişimi
gerçekleştirilir.)
( Sahne oyun boyunca olduğu gibi yine aynı
çocuk oyun parkıdır. Bu sahnede sahnenin
solunda arka arkaya duran iki tahterevalli
tekrar gezi otobüsü olarak kullanılacaktır. Gezi
otobüsünün ön camının yerinde yine şeffaf
bir çerçeve bulunmaktadır. Sahne ağır ağır
aydınlatılır. Öğretmen önde, çocuklar
teksıra halinde onun arkasında olmak üzere sağ
taraftan sahneye girerler.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Haydi çocuklar, gezi
otobüsümüze binelim.
HEPSİ: Peki öğretmenim!
( Öğretmen şoför koltuğunu yansıladıkları
yere, diğer çocuklar da otobüsün koltukları
olarak kullanılan tahterevalli tahtalarına
otururlar. Öğretmen otobüsün kapısını kapattığını
ve otobüsü çalıştırdığını yansılar. Hep
beraber ritmik bir biçimde sallanarak oldukları
yerde hareket etmeye başlarlar. Bu
yolculuk sahnesi boyunca çocuklar Öğretmen’in
önderliğinde hep beraber yine bir çocuk
şarkısı söyleyebilirler.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Evet çocuklar, müze
gezimizi beğendiniz mi?
DURU: Çok…
BURAK: Her şey çok ilginçti.
EMRE: Bence de…
SELİN: Ben hala şaşkınlık içindeyim…
ONUR: Öğretmenim, dönüş yolunda da Gülhane
parkından geçecek miyiz?
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Tabii ki Onur, neden
sordun?
ONUR: Eğer vaktimiz varsa beş dakika
Gülhane parkında durabilir miyiz?
ÖĞRETMEN (ANLATICI): ( Kol saatine bakar;)
Olabilir. Ama sadece beş dakika…
ONUR: Teşekkür ederiz öğretmenim.
( Kısa bir süre hepsi uyum içinde ve komik
bir biçimde sallanarak otobüste yolculuğu
yansılarlar. )
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Bakın, işte Gülhane
Parkı’na geldik. Beş dakika
inebilirsiniz. Ben de bu arada bir telefon
edeyim.
(Çocuklar otobüsten aşağıya inerler. Bu
arada Öğretmen cep telefonunu çıkartıp
konuşmaya başlar. Onur, eliyle işaret edip
diğerlerini ağaçların altına çağırır.)
ONUR: Arkadaşlar… Bence kaplumbağa
arkadaşlarımız bizim evlerimizde
yaşamaktansa burada çok daha mutlu
olurlar.
( Hepsi kısa bir süre çevrelerine bakınıp
düşünürler;)
EMRE: Leonardo buradaki yapraklara bayılır
bence…
BURAK: Mikalenjelo da…
SELİN: İyi de ben bir daha Raphael’i
göremeyecek miyim?
ONUR: Onları buraya bırakırsak bir daha
görmemiz çok zor…
DURU: Ama burada gerçekten de mutlu
olurlar…
ONUR: Gerçekten de öyle…
BURAK: Bırakalım o zaman…
EMRE: Bırakalım…
( Hepsi sırt çantalarından kaplumbağa
arkadaşlarını çıkartıp ağaçların altına bırakırlar.)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): ( Telefon konuşması
sona ermiştir. Kol saatine bakar
ve çocuklara seslenir;) Beş dakika doldu!
Otobüs kalkıyor!
( Çocuklar kaplumbağa arkadaşlarına son
bir kez bakıp gezi otobüslerine binerler.
Öğretmen komik bir biçimde otobüsü
çalıştırır ve hepsi uyumlu bir biçimde sallanmaya
başlarlar. Kısa bir süre sonra;)
ÖĞRETMEN (ANLATICI): Çocuklar, bugün çok
usluydunuz. Beni hiç
üzmediniz ama her zaman böyle değilsiniz.
Aslında bazen düşünüyorum da, bir öğretmen
olarak karşımda bir sınıf dolusu öğrenci
yerine bir sınıf dolusu kaplumbağa olsaydı, nasıl
olurdu diye… Düşünsenize, kaplumbağalar
hiçbir zaman gürültü yapmazlar…
Birbirleriyle itişip kakışmazlar… Bağırıp
çağırmazlar. Sonra, oradan oraya zıplamazlar.
Sağa sola çarpıp bir yerlerini
yaralamazlar. Pabuç gibi dilleriyle sürekli size karşılık
vermezler. Ya da ne bileyim,
arkadaşlarının saçını çekmezler herhalde. Arkadaşlarıyla
kavga etmezler, öyle değil mi? Bazen kendi
kendime diyorum ki, karşımda otuz tane
haylaz olacağına, otuz tane kaplumbağa
olsaydı işim ne kadar kolay ve ne kadar rahat
olurdu… İnanın sizin gibi çocuklarla
uğraşmak büyük dert. Bence Osman Hamdi Bey de
benim gibi düşünüyordu. Yoksa niye
“Kaplumbağa Terbiyecisi” diye bir resim yapsın?
Öyle değil mi?
HEPSİ: Öyle değil öğretmenim!
SON
bi çırpıda okudum:) çook güzel ve anlamlı.. fnç
YanıtlaSil