Annesi, babası, erkek kardeşi,
kuzenleri, eski eşi, eski sevgilileri, şimdiki eşi, oğlu, çocukluk arkadaşları, üniversiteden
arkadaşları, iş arkadaşları, arada sırada görüştüğü hocaları, onu sevenler,
onun sevdikleri, onu sevmeyenler, onun sevmedikleri, yıllarca dost olduğu halde
şimdi görüşmedikleri, tüm tanıdıkları, onu uzaktan ismen tanıyanlar, onu çok
yakından tanımış olanlar, bir de ben; hepimiz onun bir yalancı olduğu konusunda
hemfikirdik.
Aslında bu hayatta herkes, hemen her
dakika bunu yapıyorken; yani
politikacılar halka, satıcılar müşterilere, patronlar işçilere, komutanlar
askerlere, öğretmenler öğrencilere, doktorlar hastalara, gardiyanlar
mahkûmlara, tiyatrocular seyircilere, yazarlar okurlara, vaizler inananlara,
erkekler kadınlara, kadınlar erkeklere, anne babalar çocuklarına; sürekli, ama
her konuda önemli önemsiz yalanlar söylüyor ve kimse hayatın içine işlemiş bu
yalanların o kadar da üzerinde durmuyorken, onun yalanlarının ve yalancılığının
herkesin dilinde olması biraz garipti.
Diyelim ki kuş cıvıltıları var, taze
bir güneş… Ağaçlara su yürümüş, çiçeklenmişler… Her yer lalelerle bezenmiş. O
kalkıp, “İşte nisan…” dese, inanmazdık. Diyelim ki bir gün, birden bire bu
dünyada tüm canlıların yaşama hakkı olduğunu fark ediversin. “Hiçbir canlının
etini sütünü yemeyeceğim artık. Çünkü hiçbir cana kıyılmasına alet olamam.”
desin ve öyle de yaşamaya başlasın, hiçbirimiz onu ciddiye almazdık.
İşte bir gün, çok değil, daha birkaç
gün önce sabah erkenden üzerine bir beyaz gömlek giymek istedi. Bütün gece
uyumamıştı. Sözünü ettiği yakaza halleri de hiçbirimiz için inandırıcı değildi.
Öyle her gün olmazdı ya, sakal tıraşı oldu erkenden. Aklında bir beyaz gömlek giymek vardı. Yüzünü
yıkarken aynaya baktığında aklına bir resim yapmak düşüncesi geldi. Kimselere,
ama kimseciklere benzemeyen bir yüz resmi yapmak. Eşi de, oğlu da uyuyorlardı
daha. Gardırobun kapağını açtı, şöyle bir baktı. Beyaz bir gömlek bulamadı. Resim yapmak da
zor işti. Önce bir tuval gerekti, boyalar, fırçalar… Yağlı boya da, ha dedin mi
kurumazdı. O zaman bir şiir yazmayı düşündü. Nasıl olsa kimsecikler okumazdı.
Herkesin gördüğünde tanıdığı birisine benzettiği ama kimsenin kime benzettiğini
anımsayamadığı bir yüzün şiirini yazmayı düşündü. Beyaz bir gömlek yoktu ama
siyah bir tane asılıydı gardıropta. Siyah gömlek ütülüydü ve temizdi. Gömleği
askısından alıp, üzerine giydi.
Yatak odasına gidip küçük oğlunu
sessizce öptü yanağından. Gürültü yapmamaya özen göstererek, sessiz bir hayalet
gibi odalardan süzülerek çıktı evden. Otobüs durağına doğru yürürken bugün
cumartesi olmalı diye düşündü. Bugün belki bir bayramdı. Belki bir tatildi.
Belki nüfus sayımı vardı, sokağa çıkmak yasaktı. Öyle olmalılarla, olacaklarla
dönmüyordu dünya. Bunu hala öğrenememişti. Her zamanki gibi günlerden
pazartesiydi işte. Belki de hava sıcaktı. Şöyle kalabalık mı kalabalık bir otobüs
gelse diye düşündü. İçinde insanlar olsa;
yaşlılar, gençler, çocuklar, hastalar, sağlıklılar, görenler,
görmeyenler, işçiler, işsizler, memurlar, öğrenciler… İçi insan dolu bir otobüs
gelse, ben de o kalabalığa karışsam diye düşündü. Bekledi. Beklemek her zaman
olduğu gibi pek uzun sürdü. Keşke zaman diye bir şey olmasa diye diledi. Ama
galiba vardı. Tek bir otobüs geçmedi duraktan. Yoldan geçen bir otomobil bile
yoktu. Hayatında hiç otomobil kullanmamıştı o. Otomobili bırak bisiklete bile
binmemişti, bir kere bile… Ama hatırladı, o da her çocuk gibi birkaç kere
bisiklet hayali kurmuştu. Bir seferinde dedesi söz vermişti ona, bir bisiklet
sözü… İlkokulun hiçbir yaz tatilinde olmadı. Ortaokulda olmadı. Lisedeyse artık
bisiklet hayali kurulmazdı. Sonra da her dede gibi öldü onunki de. O da
bisiklet hayalini unutuverdi bir gün.
Böyle aradan zaman geçince unuttuğu çok hayali vardı. Şimdi kırkına
geliyordu işte. Bazı geceler hiç uyumadan oturduğunda unuttuğu kimi hayallerini
hatırladığı da oluyordu.
Beklediği
o kalabalık otobüs bir türlü gelmedi. Fakat bir dolmuş durdu önünde. İçinde
şoförden başka kimsecikler yoktu. Otomatik kap açıldı, o da bindi dolmuşa.
Şoföre parasını verip en arka koltuğa oturdu. Dolmuşa son durağa gelene kadar,
yol boyunca ondan başka kimsecikler binmedi. Şoför, sermayeyi kurtaramadığı
için barut fıçısı gibi olsa yeriydi ama değildi nedense. Son durakta otomatik
kapı açıldı, o da indi sessizce. Sokaklar yine boştu işte. Ne bir simitçi, ne
bir tinerci, ne bir bankacı, ne bir polis… Ama lokantaların, mağazaların
tabelaları vardı. Yol boyunca sıralanmış banka şubeleri vardı. Artık kimse
kimseye mektup yazmıyordu ya posta kutularını onlar dolduruyordu; bankalardan
gelen tehdit mektupları… Bir gün oturup, kalemi kâğıdı alıp, bütün o bankalardan
gelen tehdit mektuplarına teker teker cevap yazmayı hayal etti. “ Sayın ...
Bankası yetkilileri… Geçen gün mektubunuzu aldım. Size olan borcumu otuz altı
gündür ödemediğimden, üzülerek hakkımda hukuki işlem başlatacağınızı
yazmışsınız. Ama eğer bu arada ödeme yaptıysam bu mektubu dikkate
almamalıymışım. Olur mu efendim? Nasıl ciddiye almam ben sizin mektubunuzu?
Ziyadesiyle sevindim… Falan filan, falan filan… Kestane kebap, acele cevap…”
İşte
bu düşüncelerle yürüyerek dairenin önüne kadar gelmişti. Büyük bir daireydi bu.
Tabelası, önündeki bayrak direği, kocaman kapısı, kapısında turnikeleri,
güvenlik kameraları filan hepsi tamamdı. Dairenin o büyük kapısının önünde
durdu. Bu kapı sanki boyu beş metre olan adamlar girebilsin diye yapılmıştı.
Büyük kapıdan küçücük girdi içeri. Binanın tasarımı zamanında Nazilerden kaçıp
gelen bir Alman mimara aitti. Nazilerden kaçıp, koca kapıları, uzun
koridorları, yüksek tavanlarıyla tam da Nazilere layık bu binayı tasarlayan
mimarı hayal etti. Cebinden kimliğini çıkartıp turnikeye okuttu. Turnikenin
metal kolu bir tur dönü ve onu içeri kabul etti. Yüksek tavanlı uzun koridor
boyunca yürüyüp yirmi yıldır çalıştığı odasına girdi. Masasının başına oturdu.
Bilgisayarın açma kapama düğmesine bastı. Makinenin açılmasını beklerken
demlice bir çay içmeyi hayal etti. Dâhili telefondan kantini arayıp bir bardak
çay istedi. Çayın daha demlenmediğini söyledi telefona bakan. Yeni koymuşlar
ocağa. Yarım saati bulurmuş demlenmesi. O zaman bir orta kahve istedi. Telefonu
kapattı. Kahveden de hiç hazzetmezdi. Bilgisayar o bilindik ezgiyle açıldı.
“Pencerelere hoş geldiniz…” Bir süre ekrana öylece baktı. Bir sürü sarı klasör
resmi… Hepsinin de birer ismi var: İşler 2004, İşler 2005, İşler 2006, İşler
2007, İşler 2008, İşler 2009, İşler 2010… Bir de diğerlerinden ayrı tek başına
bir başka klasör. Üzerinde “Kalbimin öbür yarası” yazıyordu. Bakışları o klasör
üzerinde takıldı kaldı. Yıllardır bir roman yazmanın hayalini kuruyordu.
Klasörü açtı. İçindeki belgenin üzerini tıkladı: “ Herkes kalbinde bir yarayla
doğar. Ömür o yaranın kanayıp durması biraz. Herkes her dokunuşuyla bir başka
yara daha bırakır diğerinin kalbinde bir de… Zamanla her yara kabuk tutar.
Sonra o, döner gelir hiç beklenmeyen bir zamanda, yollar kesişir. Kaldırır o
kabuğu tırnağının ucuyla… Yara yeniden kanar.” Bana sorarsanız bu kuyruklu bir
yalandır. Belgeyi kapattı. Klasörü de… Sonra tutup çöp kutusuna bıraktı
hepsini. Az önce sildiği bu roman müsveddesi ilk aşkının hayaliyle ilgiliydi.
Başlangıçta dokunaklı bir hikâye olabileceğini düşünmüştü ama karaladıklarını
tekrar tekrar okuyup hayallerini bir disiplin içine sokmaya çalıştığında ortaya
çıkan, ona artık fazlasıyla suni geliyordu.
Kahvesi
gelmişti. Bir yudum içti. Bazen, konu kahveden açıldığında, çocukluğunun
geçtiği o şehirde kahve falı baktığının hikâyesini anlatırdı. Hem de parayla
fal baktığını, bunu iş edindiğini anlatırdı bir zamanlar. Anlattığına göre bir
gün genç bir adamın kahve falına bakmış. Fincanda yüzlerce ama yüzlerce koyun
görmüş ama bu gördüklerine hiçbir anlam verememiş. Sonra falına baktığı adamın
babasının öleceğini görmüş güya fincanın içinde… Birkaç gün sonra adamın babası
gerçekten ölmesin mi? Ölen baba da hayvancılıkla uğraşıyormuş ve falına baktığı
adama büyük bir sürü miras kalmış. İşte baktığı bu falla onun falcı şöhreti
ayyuka çıkmış. Güya bu adamın bir sevgilisi varmış, bu kadın hamileymiş. Çocuğu
aldırıp aldırmamak konusunda ona danışmışlar. O da aldırmayın demiş. Aradan on
yıl kadar geçince bizimkinin çocukluğunun geçtiği şehre yolu düşmüş. Bir de ne
görsün? Yıllar önce falına baktığı adam, yanında o zamanlar sevgilisi olan
kadınla ve sekiz dokuz yaşlarında bir çocukla yolda yürüyormuş… Daha neler
neler… Bence bu da hepimize anlattığı bütün anıları gibi yalandı. Olup
bitenleri bir de babasının ya da kardeşinin ağzından dinleseniz, “Pes doğrusu.”
derdiniz.
Kahvesini
bitirdiğinde ağzında acı bir tat kaldı. Fincanını kapatmadı. Bilgisayarı
kapattı. İşi bitmişti. Odasından çıktı, yüksek tavanlı uzun koridor boyunca
yürüdü. Dairede hala kimsecikler yoktu. Bir tek girişteki güvenlik görevlisi
bilgisayarın başında oturuyordu. Gözü takıldı. Bilgisayar ekranını büyük bir
resim kaplıyordu. Resimde geceydi. Bir hilal vardı gökyüzünde, bir kayanın
üzerinde bir kurt uluyordu. Kıpkırmızı kandan bir göl vardı zeminde. Kan
gölünün üzerinde de hilalin yansıması…
Kimliğini
turnikede okutup dairenin devler kapısından çıktı. Nereye gittiğini biliyormuş,
sanki hayatında her zaman kararlıymış gibi bir hali vardı. Ama işin aslı hiç de
öyle değildi. Neden hala sokaklarda kimsecikler yok diye düşünerek yürürken,
mutsuz ve telaşlı iki hamalın taşıdığı büyük bir aynada kendi yansımasını
gördü. Okurlar bu sahneyi bir yerlerden hatırlayacaktır. İşte onun
yalancılığının bir delili daha…
Ağır
adımlarla yürüyüp dar ve tenha sokaklardan, dar ve tenha sokaklara geçti.
Sokakların sessizliğine, ana caddelerin sessizliği katıldı. Hava güneşliydi,
aydınlıktı ama sokaklarda serin bir rüzgâr dolanıyordu. O ise tam da bu anda
beyaz bir mantonun hayalini kuruyordu. Uzun, aydınlık, büyük düğmeli, geniş
yakalı… Belki de bir kürk manto… İşte tam da bunların hayalini kurarken bir
mağazanın önünden geçiyordu. Durup baktı, vitrinde bir tek manto bile yoktu.
Sadece kot ceketler… Hepsi birbirinin aynı kot ceketler… Üşüyordu. Seçme şansı
yoktu. Zaten seçme şansı diye bir şey de yoktu onun için hayatta. Mağazaya
girip kendine bir kot ceket satın aldı. Poşete koydurmadı. Hemen üzerine giydi.
Siyah gömleğinin üzerinde ancak beline gelen yeni kot ceketiyle mağazadan çıkıp
yoluna devam etti. Satıcıysa böyle uyumsuz bir tercihte ısrar etmesini, günün
bu saatinde sarhoş olabileceğine bağladı.
Şimdi
karar vermesi gerekiyordu. Rıhtıma doğru mu gidecekti, yoksa kuleye doğru mu?
Böyle yürüdüğünde bir üçüncü güzergâh yoktu onun için. Ya biri, ya diğeri…
Aslında o denizi görmenin, kokusunu içine çekmenin hayalini kuruyordu ama ara
sokaklardan birine girince kendini beklemediği bir anda hemen kulenin dibinde
buldu. Bu ona hep olurdu.
Aslında buraya sık gelirdi. Gelirdi, ama
kuleye hiç çıkmazdı. Neden böyle saçma bir şey yaptığını soranlara da, insanın
bir kuleye çıktığında o kulenin görüntüsünden mahrum kalacağını söylerdi. Her
geldiğinde, kulenin dibindeki banklardan birine oturup kimseyle konuşmadan
saatlerce sigara üstüne sigara içerdi. Sanırım, başkalarının konuştuklarını
dinlerdi. Belki de sadece hiçbir zaman gerçekleşmeyecek hayaller kurardı.
Kurduğu hayaller arasında o kulenin en tepesinde olmak var mıydı bilmiyorum ama
bu sefer farklı bir şey yaptı. Kulenin kapısından içeri girdi. Bir bilet satın
aldı. Asansörün gelmesini bekledi. Gelince binip restoran katına çıktı. Hiç
müşteri yoktu. Bir duble votka istedi garsondan. Votkasını acele etmeden içti.
Söylemeyeceğim, araya girmeyeceğim diyorum kendi kendime ama dayanamıyorum.
Şimdi bile o şairin oğlunu taklit ediyordu. Bunu yapmayı belki de daha önce de
hayal etmişti. Votkasını bitirip hesabı ödedi. Yürüdü balkona çıktı. Bir tek
turist bile yoktu balkonda. Ne taş korkuluğa ne de tellere aldırdı. Hiç kimse
beklemezdi ondan böylesi bir çeviklik. Atladı.
“İnanmam.”
dedi annesi… “ Bu da yalan. Hayatta inanmam. Çünkü o çocukluğundan beri
yüksekten korkardı.” Doğruydu. Hem de ne korkmak… Fakat annesinin bana
öfkelenmesinin hiçbir manası yoktu. Ben sadece oğlunun kurduğu hayallerin
birinden geçiyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder