1926’dan beri Harvard
Üniversitesi’nde gerçekleştirilen Charles Eliot Norton Konferansları’na, 2009
yılında Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’un konuşmacı olarak katılmasının edebiyatımız
için kuşkusuz önemli bir anlamı var. Ama biz okurlar için bu konferanstaki
45-50 dakikalık altı konuşma metninin ya da altı ders notunun Orhan Pamuk
tarafından yazılan son sözle bir kitap bütünlüğüyle İletişim Yayınları
tarafından yayınlanması konferanslardan daha anlamlı. Çünkü bu kitap, yirmi
yıldan fazla bir süredir romanları çok satan, çok okunan, çok tartışılan bir
yazarın okuma ve yazma serüveni hakkında.
Okur için eserlerini
beğenerek okuduğu bir yazarın neler okuduğunun, onları okurken neler
düşündüğünün ve o eserleri nasıl ve neden yazdığının ayrıntılarını barındıran
bir kitap kuşkusuz çekici ve heyecan verici. “Saf ve Düşünceli Romancı” işte
tam da bu nedenlerle çekici bir kitap… Hatta bu çekicilik daha kitabın
kapağında başlıyor. Kapakta Orhan Pamuk’u yazarken değil okurken gösteren bir
fotoğraf var. Orhan Pamuk “saf” ve “düşünceli” romancıyı anlatmaya başladığında
aslında “romancı” derken yalnızca bir roman yazarını değil bir roman
okur-yazarını tarif ediyor. Kitap boyunca Pamuk gençliğini yoğun bir roman
okuma süreciyle geçirdiğini defalarca vurguluyor. Geleneksel dünyadan modern âleme roman
okuya okuya geçtiğini, bu yaptığının da ait olması gereken bir cemaatten kopup
yalnızlığa geçmek anlamına geldiğini söyleyen Pamuk roman okurunu da roman
yazarını da aynı ölçütlerle ve kavramlarla sınıflandırıyor: “Saflık” ve
“Düşüncelilik”.
Pamuk’un Friedric Schiller’den ödünç
aldığı bu iki kavram, “saflık” ve “düşüncelilik” kitaba hem adını veriyor, hem
de yine Pamuk’un deyimiyle kitabın “merkez”ini oluşturuyor. Orhan Pamuk’a göre
romancılar ( okurlar ve yazarlar) saf ya da düşünceli olabiliyorlar. Bütünüyle
saflık kavramını en güzel açıklayan örnek yazarın sık sık karşılaştığı bir
soruyla belirginleşiyor;
“ Orhan Bey siz Kemal misiniz,
bunları hakikaten yaşadınız mı?”
Pamuk, kendisine bu soruyu yönelten
okuyucuları “kötü adam” rollerinden tanıdıkları Yeşilçam oyuncularını İstanbul
sokaklarında gördüklerinde, filmlerinden duydukları öfkeyle onlara kızan hatta
saldıran saf sinema izleyicilerine benzettiğini ifade ediyor.Yazara göre "saflık" tam da bu... Pamuk’a göre bütünüyle
düşüncelilikse bütün metinlerin hesap kitap ile ayarlanmış kurmacalar olduğuna
inanmak olarak özetlenebilir.
Orhan Pamuk kitabında bütünüyle saf
ve bütünüyle düşünceli olmanın romancı için ( okur ve yazar) olumsuz yanlarını
vurgularken ideal olanın yani kendi yolunun hem saf hem düşünceli olabilmek
olduğunu sıklıkla vurguluyor. Şöyle diyor Pamuk; “ Romancı aynı anda ne kadar
çok “saf” ve ne kadar çok “düşünceli” olabiliyorsa, o kadar iyi yazar.”
Orhan Pamuk’un çocukluğunda ve
gençliğinde ressam olmayı hayal ettiğini çoğu okuru bilir. Fakat bu kitap
Pamuk’un romana resimsel ve görsel bir bakışla yaklaştığını daha belirgin bir
biçimde ortaya çıkarıyor. Pamuk’un tanımına göre roman yazmak kelimelerle resim
yapmak, roman okumak da başkalarının kelimeleriyle kafamızda resimler
canlandırmaktır. Roman yazarken her zaman önce hikâyeyi kafasında resim resim
gören ve “doğru resmi” seçmesi ya da yaratması gerektiğini hissettiğini
söyleyen Orhan Pamuk, romancılığı da şöyle tanımlıyor;
“ Çünkü
romancılık, kelimelerden önce, dünyayı resim olarak hayal etme işidir. Daha
sonra, hayal ettiğimiz resmi kelimelerle ifade ederiz ki, okur da hayal etsin.
”
Pamuk sözünü ettiği resimlerin ve o
resimlerden oluşan manzaranın merkezinden de söz ediyor kitabın bir bölümünde.
Sözünü ettiği merkezi de, hayat hakkında derin bir görüş, bir çeşit sezgi,
derindeki gerçek ya da hayalî, esrarlı bir nokta olarak tanımlıyor. Roman
okumayı da asıl merkezin ne olduğunu araştırma işi olarak özetliyor. Bir okur
romancı ve bir yazar romancı olarak hiçbir romanın tek bir merkezinin olmadığı
sonucuna vardığını söyleyen Pamuk, hem doğulu hem batılı, hem saf hem
düşünceli, hem teorisyen hem pratisyen, hem yazar hem okur olarak merkez
kavramını şöyle anlatıyor bizlere;
“Hangi romanların kime, ne zaman, nasıl, hangi kuvvetli
konuyla sesleneceği ise zamanla değişir. Zamanla romanların merkezi de
değişir.”
Aslında Pamuk bir oyun teorisi ya da
daha çok bir oyunculuk teorisiyle açıklıyor romancılığı. Pamuk’un roman
kişileriyle kurduğu derin özdeşlik, romanın manzarası içinde kendini ayrıntılı
biçimde hayal ederek yaşadığı serüven bir aktörün bir karakter canlandırırken
uyguladığı yöntemleri andırıyor. Bu teatral karakter yaratma süreci ayrıca
kişisel bir olgunlaşma deneyimi anlamı da taşıyor yazar için. Pamuk bu süreci
şöyle dile getiriyor;
“ Romancılığım sayesinde başkalarıyla özdeşleşerek, kendi
dışıma çıkarak, kendime daha önce sahip olmadığım bir karakter edindim. Roman
yaza yaza başkalarının yerine kendimi koyarak ruhumu otuz beş yılda terbiye
ettim.”
Romana hemen hemen hayatla eş anlamlar yükleyen Pamuk
romanların kelimeleri, ifadeleri deyişleri saklayan ve kayda geçiren müzemsi
nitelikleri olduğunu da vurguluyor.
Orhan Pamuk’un romanda karakterin değeri ve işlevi hakkındaki
düşünceleri de çoğu edebiyat kuramcısından farklı. Şöyle der Pamuk;
“ Romancılar
önce çok özel bir ruha sahip bir edebi kişilik icat edip, sonra bu kişinin
istediği A, B ve C konularına ya da deneyimlerine sürüklenmezler. Önce A, B ve
C konularını anlatmak ister romancılar. Sonra da bu konuları anlatmaya en uygun
kahramanları hayal ederler. Ben hep öyle yaptım. Herkesin de bilerek bilmeyerek
böyle yaptığını hissettim.”
“ Ben hep
öyle yaptım!”
Orhan Pamuk bu cümlenin yaptığı konuşmaların alt başlığı da
olabileceğini söylüyor. Aslında metin baştan sona küresel bir başarıya ulaşmış
yazarın olgunluk çağında söylediği bir “My way” şarkısını andırıyor. Kendi
romancılığını nasıl kurduğunu, nasıl yazdığını hem bir kuramcı hem de bir yazar
gibi hem saf hem de düşünceli okurlarıyla paylaşıyor.
iyi kalpli düşünen bilgin F.E :)
YanıtlaSil